26 Kasım 2017 Pazar

10 Kasım 2017 Cuma

Mustafa Kemal ATATÜRK

Saygı ,özlem ve minnetle anıyorum Yüce Atatürk...


Mustafa Kemal Atatürk

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK: EMPERYALİZM ÇAĞININ YURTSEVER DEVRİMCİSİ
(Türk Ulusunun Yeniden Yaratıcısı, 20. Yüzyılın Büyük Devrimcisi Mustafa Kemal Atatürk’e ve Onun Emanetine Sahip Çıkmak)
ÖNER YAĞCI

Biz, batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla, Türk milletini, emperyalizme araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla, bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk


I. BÜYÜK İNSAN OLMAK
Kimi insanlar vardır, içinde oldukları toplumların sorunlarıyla ve gelecekleriyle ilgili düşünceler üretirler, bu düşüncelerini eyleme dönüştürmeye çaba gösterirler.
Büyük insanlardır onlar.
Onları büyük insan kılan, düşüncelerinin o toplumun dokusuna ve o toplumun da içinde olduğu dünyanın gerçeklerine uygun olmasıdır. Tabii ki o toplumun dokusu ya da dünya gerçekliği uygun olsa da bir başka gerçeklik daha karşısına dikilir onların: O toplumun ve o dünyanın egemenleri…
Egemenler, benimsedikleri ve uyguladıkları yaşam biçiminin, düzenin değişmesine izin vermezler, düzenlerini korumaya, düzenlerini değiştirmek isteyen yeni düşüncelere karşı direnmeye, yeni düşüncelerin yeşermesinin ve eyleme geçmesinin önüne engeller koymaya çalışırlar.
Büyük insanlar onlardır ki, gerçekleştirilmesi güç bile olsa, düşüncelerini hayata geçirmek, egemenlerin engellerini aşmak ve direnişlerini kırmak için ömürlerini verirler.
Bir bilim, sanat adamının, bir toplumsal kahramanın veya siyaset adamının da büyüklüğünün ölçütünü, toplumunun ve insanlığın yaşamının güzelleştirilmesi doğrultusundaki düşüncelerinde ve bu düşünceleri gerçekleştirmek için verdiği savaşımdaki tavrında, kısacası ömründe aramak gerekir.
Bu tavır, insanlık tarihinde birçok örneğinin görüldüğü gibi kimi kez bilim uğruna yaşamını hiçe saymayı; kimi kez, Tevfik Fikret gibi “Hak bellediğin yolda yalnız gideceksin.” demeyi; kimi kez Mustafa Kemal gibi hakkında verilen ölüm fermanlarına karşın savaşımını sürdürmeyi; kimi kez yaratma özgürlüğünün önündeki engelleri aşmak için olmadık zulümleri göğüslemeyi, örneğin Nâzım Hikmet gibi “vatan haini” ilan edilmeyi ve yıllarca hapishanelerde kalmayı göze almayı gerektirebilir.
Bu tavır, düzenin savunucularının sunduğu dünya nimetlerini geri çevirmeyi; yoksunluklar içinde bir yaşama mahkûm edilmeyi, sürgün edilmeyi, idam edilmeyi, yakılmayı getirebilir. Kimi kez zafere ulaşmayı başarsa da kimi kez yenilgiyle, düş kırıklığıyla, ihanetle sonuçlanan bir savaşım olabilir büyük insanların savaşımı; ama hiçbir zaman son bulmaz; onlar, düşüncelerini gerçekleştirmek ve başarıya ulaşmak için sürekli atılımda bulunmak, sürekli yeni hedefler belirler ve bu hedefleri gerçekleştirmek için çaba gösterirler.
Büyük insan olmanın ilk koşulu budur.
Tarihin her döneminde, dünya coğrafyasının her toprağında, yaşamın her alanında büyük insanların büyük savaşımlarına rastlamak mümkündür. Böyle olmasaydı insanlığın özgürlük savaşımı sürebilir miydi?
İnsan, dününü doğru öğrenip doğru değerlendirirse, geleceğine doğru attığı adımları güçlü olur. Ansiklopediler, kütüphaneler, kitaplar, dergi ve gazete koleksiyonları, arşivler, yazıya dökülmüş anılar, sanatın her dalından, zamanı aşarak dünden getirmiş olduğu yaratılar, insana dününü öğreten bellektir.
Tarihte, kimi zaman Olimpos’taki tanrılar, kimi zaman imparatorlar, krallar, hükümdarlar, sultanlar, çarlar, şahlar, führerler egemen olmuştur insanlara. Bu nesnelerle olan savaş, insan olabilme ve uygarlığa ulaşma savaşıdır. Başlangıcı mitoloji de olsa Gilgameş, Prometheus, Spartaküs gibi büyük insanların toplumlarına ve dünyaya kattıklarının insanı güzellediği yadsınamaz. Yeni çağlara kadar Leonardo da Vinci, Shakespeare, Cervantes, Hayyam, Dante, Goethe, Montaigne gibi; yeni çağlarda William Wallace, Robin Hood, Garibaldi, Geronimo gibi öncülerin yaşamı hâlâ güzelleştirmelerinin gizi büyüklüklerinden olsa gerektir.
İnsanlığa kanla ölüm dolu yüzlerce savaş ve iki Dünya Savaşı armağan etmesine karşın, bu savaşlarla dünyaya egemen olmak isteyenlere karşı mücadele eden Zapata, Panço Villa, Lenin, Dimitrov, Lumumba, Mao, Che Guavera, Fidel Castro, Ho Şi Minh, Nelson Mandela gibi büyük insanların varlıklarıyla güzelleşen bir 20. yüzyıl yaşadı insanlık.
Tüm bunlar ve bunlara eklenen zincirler, toplumların ve insanlığın belleğini oluşturuyor. Ortak kültür mirası ve ortak bellektir bu. Günümüzde, bu belleğin silinmeye çalışıldığı, silindiği bir dönemi yaşıyoruz ne yazık ki.
Tüm toplumlar ayrı ayrı ve bir bütün olarak, belleksiz bir toplum olmaya zorlanıyor; çünkü belleksiz toplumlar soru sormazlar, sorgulamazlar, araştırmazlar, merak etmezler, adaletsizliklere tepki göstermezler; böyle olunca da dünyaya egemen olmak isteyenler muratlarına ererler.
Adına ne dense densin, tarihin her döneminde toplumlar dünyaya egemen olmak isteyen güçlerin benzeri dayatmalarıyla karşılaştılar ve günümüzdeki küresel emperyalizmin bu dayatmalarına karşı da toplumlar direnmek zorundalar.
Bu zorunluluğun yerine getirilmesinde insanlığın tarihi vazgeçilemez bir savaşım birikimi, deneyimi olarak ortak mirasıdır.
İnsanlığın büyümesinde, her ne kadar tarihi kahramanlar değil toplumlar yaratıyor olsa da, o toplumlara yön veren, önderlik eden, doğru hedefler sunan, o toplumları doğru hedef doğrultusunda örgütlendiren büyük insanların var oluşu kaçınılmaz bir gerçekliktir.
Büyük toplumlar, büyük insanlarıyla, büyük önderleriyle vardırlar.
Her toplumun hem kendi toplumsal birikiminden hem de insanlığın mirasından yararlanarak ve o mirasa yeni yöntemler, yeni hedefler, yeni örgütlenmeler katarak kendisine ve dünyaya yönelik dayatmalara karşı direnmesiyle büyür insanlık.
Kimi toplumların kendilerine önder bellediği kişiler hem onları hem dünyayı felakete sürüklemişlerdir ve tarih, en barbar örneği Hitler başta olmak üzere böyle örneklerle doludur.
Günümüzde de dünyaya yeni düzenler verme heveslerindeki önderlerin neler yaptıklarını tüm dünya ibretle izliyor. Dünyayı egemenliğine alma iştahıyla tüm toplumlara ve değerlere saldıran küresel emperyalizmin dayatmaları karşısında toplumlar, direnişleri kendi değerlerine, kendi büyüklüklerine, kendi önderlerine sahip çıkamadıkları için başarılı olamamaktadırlar.
Bizim tarihimiz de Dede Korkut’la başlayan, Nasrettin Hoca, Yunus Emre, Köroğlu, Fatih Sultan, Mehmet, Mimar Sinan, Pir Sultan Abdal gibi büyük insanların varlığıyla güzelleşerek 20. yüzyılda yeni büyük insanlarını sundu yaşama.
Mustafa Kemal Atatürk adının, Nâzım Hikmet’e, Aziz Nesin’e, Uğur Mumcu’ya uzanan kahramanlar zinciri, insanlığın toplumsal direnişinin, bu direnişin belleğinin 20. yüzyıl Anadolu’sunda bayraklaşan simgeleri değil midir?

II. TÜRK ULUSUNUN YENİDEN YARATICISI VE 20. YÜZYILIN BÜYÜK DEVRİMCİSİ OLMAK
21. yüzyılın başlarında dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu zor koşullardan kurtulması için belleğindeki ve tarihindeki büyük insanlara çok gereksinmesi var. Bu noktada, yaşadıklarımız karşısında neler yapmak gerekir sorusunun yanıtını en kolay verecek bir toplumuz; çünkü yakın tarihimiz bize ve insanlığa bir büyük insanı, Mustafa Kemal Atatürk’ü armağan etmiş.
Şanslıyız, çünkü 20. yüzyılın bize armağan ettiği bir büyük insanın çocuklarıyız, onun mirasçılarıyız. Yolumuzu aydınlatan Mustafa Kemal Atatürk var, onun mirası, onun yarattığı ulusal bilincimiz, onun kurduğu Cumhuriyetimiz var. Onun düşüncelerinin, eylemlerinin, başarısının, tarihimizdeki yerinin, yarattığının, mirasının, yaşamının ne olduğunu biliyoruz.
Mustafa Kemal’i biçimleyen 20. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın içinde bulunduğu parçalanma kıskacından kurtulmak isteyen ve devleti çıkmazdan ve yıkılıştan kurtarmak için çaba gösteren aydınların dünyada yaşanan olayları doğru şekilde kavrayamadıkları ve “Batıcılık-Yurtseverlik” ikilemi içinde oldukları bir dönemde yiğitçe giriştikleri bir yurt savunması savaşımı vardı.
Dış ve iç düşmanlara karşı dönemin aydınları özverinin en yüce örneğini göstererek bir yandan bilinçlenmeye çalışıyor, bir yandan da savaşıyorlardı. Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret’in şiirleriyle İlk gençliğini bu koşullarda yaşayan Mustafa Kemal, imparatorluğun en gelişmiş merkezlerinden biri olan Selanik’te, ne yapılması, ne zaman yapılması, nasıl yapılması gerektiği sorularını kafasında açıklıkla yanıtlayan bir asker aydın olarak topraklarımızda bir büyük insanın yetişmekte olduğunun haberini vermişti.
23 yaşındayken Harp Akademisinde olduğu yıllarda öğrenci arkadaşlarına, “Yıkılmakta olan imparatorluktan yeni bir Türk Devleti çıkarmalıyız.” diyerek hedefini belirliyor; siyasal ve idari düzenin değişmesinin, ordunun yeniden yapılandırılmasının, savunulması olanaksız topraklardan çekilerek Türklerin yaşadığı yerlerin kesin olarak savunulmasının zorunluluğunu düşünüyor ve bu düşüncelerini yaşama geçirmenin yollarını arıyor; güvendiği arkadaşlarına, “köhnemiş olan bu çürük yönetimi yıkmak, milleti hâkim kılmak ve vatanı kurtarmak için, sizi göreve davet ediyorum.” diyerek onları örgütlenmeye çağırıyordu. Yurt sevgisinin biçim verdiği düşüncelerini geliştirmek için sürekli okuyor, araştırıyor, bilincini artırıyordu.
1914’te askeri ateşe olarak bulunduğu Sofya’da:
“Benim vatana hizmet yolunda yararı olacak ve görevlerimi başarmada bana canlı bir iç rahatlığı verecek büyük düşünceleri başarmak istiyorum; yaşantımın temel ilkesi budur. Onu çok genç yaşımda edindim ve son nefesime kadar ona bağlı kalacağım.” diyor ve bu sözünü yaşamı boyunca tutuyordu.
Onu büyük insan yapan bu özellikleridir.
Daha sonra giriştiği ve 19 Mayıs 1919’da başlayıp ölümüne kadar sürdürdüğü ulusal kurtuluş, bağımsızlık, cumhuriyet ve ardı ardına gelen devrimlerle süren adımlarında hep aynı yurtseverlik, hep aynı kararlılık vardı.
Düşündüklerini hayata geçirmenin ustası olarak Mustafa Kemal Atatürk, gerçekleştirdikleriyle uyuyan bir ulusu uyandıran, kimliksizleştirilen, köleleştirilmek istenen bir ulusu özgürlüğe kavuşturan ve bu ulusun bağımsız devletini kurarak onu onurlu bir geleceğe yönlendiren bir önder oldu.
Yurt sevgisine kattığı bilgisiyle, doğru önderlik ve doğru örgütleme anlayışıyla sürdürdüğü savaşıma kattığı uzağı görebilme ve kararlılığıyla o, bir yandan Türk ulusunun yeniden yaratıcısı olurken, bir yandan da gerçekleştirdiği ulusal kurtuluşla ve sürekli devrimciliğiyle emperyalizmin zulmü altında inleyen tüm Doğu halklarının kurtuluş meşalesini yakan büyük devrimcisi oldu 20. yüzyılın.

III. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN EMANETİNE SAHİP ÇIKMAK
Bir ulusun uyanışını ve bağımsızlık temelinde yükselen Cumhuriyetimizi kurup bize emanet eden bir büyük insanın gerçekleştirdiklerini adım adım yok etmeye çalışanlara karşı onu sahiplenmek, onun emanetini geleceğe taşımak sorumluluğu, aynı zamanda insan olma sorumluluğudur.
Çağa damgasını vurmuş bir öndere sahip olmanın onuru ve kıvancıyla başı dik yaşaması gereken insanların, ne yazık ki yıllardır izlenen politikalarla bataklığa sürüklenmesi, tüm değerlerinin olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncelerinin ve gerçekleştirdiklerinin de zihinlerinden silinip atılması gibi aşağılatıcı gerçeklik yaşanıyor ülkemizde. Bu gerçeklik, Mustafa Kemal Atatürk’ü anlayan, onun değerinin bilincinde olan ve ona, onun devrimlerine karşı izlenen politikalar ve uygulamalarla yıllardır baskı altında tutulan, ezilen insanları daha bir kamçılamalıdır.
İşbirlikçi politikalar izleyen siyasetçilerin, medyanın, aydın müsveddelerinin, emperyalist odaklardan beslenen sivil toplum örgütlerinin etkilediği insanları içinde bulundukları kıskaçtan kurtarmak için gereken gücümüzün olduğuna inanmalıyız. Bu güç, toprağımızın Mustafa Kemal Atatürk gibi bir büyük insanı yaratan gizil güçtür. Onun düşünceleri, önderliği, örgütleyiciliği karşımıza dikilen belalardan kurtulmamız için izlenmesi gereken yolu apaçık gösteriyor. Bu yol, “azim ve kararlılıkla” emperyalist kuşatmalara, dayatmalara karşı çıkılması ve bağımsızlık temelinde, insan onuruna yakışır, laik, ulusal değerlerinin bilincinde olan ve onları yücelten, halktan yana, devrimci cumhuriyetin savunulması yoludur.
Ülkemizin, son yıllarda bir yandan dünyayı yeniden biçimlendirme projeleri yapan büyük emperyalist güç ABD’nin, bir yandan da 40 yıllık masal olarak yağmadan pay almak isteyen Avrupa Birliği’nin dayatmalarıyla ve her iki dayatmaya omuz veren yerli işbirlikçilerinin yıllardır süren çabalarıyla ve özellikle de korkunç boyutlara ulaşan “aydın” kirlenmesiyle getirildiği durum, yurtseverlik damarını sürdüren aydınlarımızca çeşitli açılardan sürekli gündeme getiriliyor.
Sömürgeleşen, oltada balık olan, bataklığa sürüklenen, bıçağın ucunda olan, yağmalanan, sivil örümceğin ağında olan, bitmeyen oyun oynanan, Sevr kıskacında olan, ahtapotun kollarında olan... gibi tanımlamalarla Türkiye’nin içine sürüklendiği kaosa dikkat çeken, bu kaosun nedenlerini anlatmaya ve çözüm yollarını ortaya koyma çabasıyla kaleme alınan bu kitaplar (bir kısmının adı, yazının sonundaki okuma önerilerinde yer alıyor) Mustafa Kemal Atatürk’ün emanetini bugünlere aktarma sorumluluğunun aydın çığlıkları olarak Türk insanınca okunmayı ve öğrenilenler doğrultusunda davranışların geliştirilmesini bekliyor.
Zaman, bir “Büyük İnsan” olan, Türk ulusunun yeniden yaratıcısı ve 20. yüzyılın büyük devrimcisi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünceleri ve eylemleri doğrultusunda davranma ve onun emanetine sahip çıkma zamanıdır.

IV. EĞİTİMLE GELEN NEFRET SEVGİYE DÖNÜŞEBİLİYORSA...
Düşünüyorum da, ilkokulda Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili öğrendiklerimle ancak bir sayfalık bir kompozisyon yazabilirdim:
1881’de Selanik’te doğdu, çocukluğunda karga kovaladı. Öğretmeni ona Kemal adını verdi. Savaşlar kazandı, Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri! dedi. Saati sayesinde ölümden kurtuldu, parçalanan Osmanlı İmparatorluğunun yerine Türkiye Cumhuriyetini kurdu. Atatürk soyadı verildi. Birçok devrim yaptı (Daha sonraki yıllarda “devrim”in yerini “inkılâp”ın alması da bir başka bilgi!)...
Ortaokulda da, daha sonraki yıllarda da okullardaki eğitim açısından bu durum pek değişmedi. Tabii bol bol fotoğrafını, büstlerini ve heykellerini görüyordum bir de; marşlar öğreniyordum, şiirler ezberliyordum ve övgüler, nutuklar dinliyordum hep...
Bu öğrendiklerim dışında onun başka özelliklerini anlatan öğretmenlerim ve onların önerdikleri kitaplar olmasaydı, onun hakkındaki bilgilerim hep bu doğrultuda olacaktı. Oysa, “Cumhuriyetimizin kurucusu”, “ulu önder Atatürk”ü öğrettiklerini, yeni kuşakları onun düşünceleri doğrultusunda yetiştirdikleri söylüyorlardı, onu hep anıyorlardı ve onu seviyorlardı, bize böyle öğretmek isteyenler; kitaplarımıza böyle yazanlar...
İlköğretimin son dönemleriyle lise yıllarını düşünelim. Derslerde dilimizi, edebiyatı, felsefeyi, tarihi sevmeyi öğrenmemiz gerekir değil mi? Oysa yaşatılan gerçeğe baktığımızda, Türkçe derslerinin Türkçeden, edebiyat derslerinin edebiyattan, felsefe derslerinin felsefeden, tarih derslerinin tarihten nefret ettirdiğini görüyoruz.
Türkçeden başlayalım.
Türkçe yerine Osmanlıcayı, İngilizceyi ya da Türkçe olmayan başka bir şeyi öğretmek istiyorlar. Çağdaşlıktan, günümüz gerçekliğinden, aydınlık özünden uzaklaştırılmış bir Türkçe önerilerek, onun düşüncenin anası olma özelliği yok edilmek isteniyor. Ana sütünden yoksun edilen bir bebeğin gelişiminin sağlıklı olmadığı gibi, kendi özünden uzaklaştırılmış bir Türkçe eğitimiyle de çocuklarımız sağlıklı gelişemiyorlar. “Türkçe bilim dili olamaz”dan, Türkçenin yetersizliğine, yoksulluğuna yönelik söylemlerin ardında bu eğitim yok mudur?
Edebiyata ne demeli?
Osmanlının aruz kalıplarıyla dolu tuğla gibi kitaplardan İslam tarihinin edebiyat denilemez metinlerini okumanın ne de keyifli olduğunu bilmiyor muyuz? Kendi yazarlarını kendi gelecekleri olan çocuklardan kıskanıp onları yok sayan bir edebiyat dersi anlayışı başka hangi ülkelerde vardır acaba? Erzurumlu İbrahim Hakkı (Hoca) Efendi Hazretlerinden Üsküdar’da türbesi hâlâ tavaf edilen Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerine, adı sanı edebiyat tarihlerinin köşelerinde bile olmayan nice ulemaya, şeyhülislama, hocaya, hazrete programında ve kitaplarında yer verilen bir dersin sevimli olması olanaklı mı? Bunun için değil midir günlük konuşmalardaki “edebiyat yapma!” uyarısının yaşam biçimine girmesi.
Tarih?
Tarih deyince, derinliklerinde insanlığını ve ulusumuzun gizlerini, kültürlerini, uygarlıklarının güzelliklerini ve zenginliklerini göreceğimiz bir hazine umarken; mistik öykülerle, olmadık kahramanlıklarıyla dolu, toprağımızın görkemli zenginliğinin dünkü uygarlıkları yerine cihat için at ve deve koşturan İslam mücahitlerinin serüvenlerini okursak, o tarihi benimseyebilir, sevebilir miyiz? “Onlar tarihte kaldı” düşüncesi kadar bilimdışı bir önermenin yaşamımıza girmesi de bundandır.
Felsefe eğitimi zaten yok gibi bir şey.
Felsefi düşünüş biçimini öğretmekten çok, eksikli felsefe tarihinin ezberletilmesinden başka bir şeyin amaçlanmadığını görüyoruz. Bu da felsefeyi sevdirmediği gibi, felsefeden nefret ettiriyor. Böylelikle, derinlikli düşüncenin, yerini alay, kofluk, sığlık, “felsefe yapma!” uyarısı alıyor.
Tüm bunlara karşın, ülkemizde hâlâ anadili Türkçeyi, edebiyatı, tarihi, felsefeyi seven, merak eden, bunlara ilgi duyan gençler çıkabiliyor. Ülkemizdeki Atatürkçülük eğitiminin de Atatürk’ten nefret ettirmekten başka bir işe yaramadığını görüyoruz yıllardır. Ama şunu da söylemeliyiz: Yine aynı biçimde derslerin nefret veren içeriğine karşın Türkçeyi, edebiyatı, tarihi, felsefeyi sevenler çıkabildiği gibi, Atatürkçülük eğitiminden de Atatürk’ü sevenler çıkabiliyor.
Bugünün Türkiye’sindeki Atatürk sevgisini; Atatürk’ü öğrenmeye, anlamaya çalışma çabasını; onun düşündüklerinin, yaptıklarının ve yapamadıklarının neler olduğunu merak edilmesini; onun yapıtlarını geleceğe aktarma sevdalılarını böyle algılamak gerekir.
Peki niçindir, bu nefret ettirme politikası ve bu politikaya karşın niçindir kimi insanların onun bilgeliğini, yurtseverliğini, devrimciliğini yaşamı güzelleştirme savaşımındaki anlamını kavrama çabaları?
Tam Bağımsızlıkla Başlayan Nedir?
Önce, Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncesinin ve eyleminin özü olan “tam bağımsızlık”la ilgili söylediklerinden küçük bir seçme (1919’dan başlayarak):
“Böyle bir ulus esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm!”
“Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.”
“Ulusun bağımsızlığını gene ulusun kesin ve dirençli kararı kurtaracaktır.”
“Yaşamak isteyen milletimizin isteği tek kelimede özetlenebilir ve gayet meşrudur: Bağımsızlık.”
“Biz, ulusal sınırlarımız içinde özgür ve bağımsız yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz.”
“Tam bağımsızlık bizim bugün üstlendiğimiz görevin özüdür... Tam bağımsızlık elbette, siyaset, maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsız olmamak, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir.”
“Bugünkü savaşımlarımızın gayesi tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın tamlığı ise ancak mali bağımsızlıkla mümkündür.”
“Hangi bağımsızlık vardır ki yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?”
“Ulusal savaşın amacı, ulusun tam bağımsızlığını ve egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir.”
“Biz, bağımsızlığımızı sağlayan bir barış istiyoruz.”
“Milli Misak, milletin tam bağımsızlığını sağlayan ve bunu sağlayabilmek için ekonomisinin gelişmesine engel olan bütün nedenleri bir daha geri gelmemek üzere kesinlikle kaldıran bir ilkedir.”
“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu uluslarının da uyanışlarını öyle görüyorum... Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacaktır...”
“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı...”
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” ...
Böyle bir bağımsızlıkçılık düşüncesi bir; bu düşüncenin gerçekleştirilmesi için halkın örgütlendirilmesi ve bilinçlendirilmesi eylemi; bu da iki.
Yetmedi mi?
Üçüncüsü, bunların üzerine; dünya tarihinin başka başka ülkelerinde yaşanılanların ve onlardan çıkarılan derslerin, deneylerin aktarımı olan kuramsal birikimi; katıksız ve kararlı bir yurtseverliği ekleyelim.
Yine mi yetmedi?
Dördüncüsü, dinsel dogmaların bataklığında miskinleştirilmeye ve yaşam biçimindeki tanrının egemenliğine karşı aklın egemenliğini, akılla bilinçlenmiş, öğrenmiş, örgütlenmiş ulusun egemenliğini ekleyelim.
Bir de şunu: “Atatürk, Türkiye’yi ileri bir merhaleye, sağa değil sola götürmek isteyen bir mücahitti.” (Emekçi Partisi’nin yayın organı Yığın’ın 15 Kasım 1946 tarihli başyazısından aktaran Attilâ İlhan, Bir Sap Kırmızı Karanfil, s.14).
Onun düşüncesinin ve eyleminin özü olan “tam bağımsızlık”, aynı zamanda özgürleşme ve çağdaşlaşma yolundaki tüm atılımlarının, devrimlerinin de temelidir.

V. MUSTAFA KEMAL, GÜNÜMÜZDE DE DEVRİMCİLERİN KENDİNİ TANIMLAMASI İÇİN BİR FIRSATTIR
Önce bazı saptamalar yapalım:
1. 20. yüzyılda insanlığın baş belası olan ve kötülüklerini 21. yüzyılda da sürdüren emperyalizmin, sömürüye dayanan bağımlılık ilişkilerine gereksinmesi vardır. Emperyalizm var olduğu sürece, emeğin sömürülmesine karşı ve özgürlük için savaşanların ona karşı bağımsızlık düşüncesi ve eylemiyle donanmaları bir zorunluluktur.
2. İnsanlığın sömürüye karşı savaşımında kapitalizm ve emperyalizm dönemindeki en önemli düşünsel ve eylemsel ideolojisi olan sosyalizm, kendisini var edebilmek için öncelikle emperyalist bağımlılık ilişkilerini yok etmek zorundadır. Bunu görmezden gelen bir sosyalist düşünce ya da eylem düşünülemez.
3. Emperyalizme karşı bağımsızlık temelinde yükselmeyen bir savaşımın demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü, sosyalizmi gerçekleştirmesinin olanaksızlığından hareketle, bu saptamalarla ilgili tavırların, günümüz Türkiye’sinde bir insanın bulunduğu noktayı belirleyen bir turnusol kâğıdı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
4. Mustafa Kemal’in düşüncesi ve eylemi, emperyalizme karşı bağımsızlık temeli üzerinde yükselen bir düşünce ve eylemdir. Emperyalist bağımlılık ilişkilerinin yok edilmesini temel alan bu düşünce ve eylem, emperyalizmin zayıflatılmasını sağlayarak, emekten ve özgürlükten yana olanların güçlenmesini sağlamıştır.
5. Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni terimleriyle kendini maskeleyen günümüz emperyalizmine karşı özgürlük ve bağımsızlık savaşımını zorunlu gören devrimcilerin, kendilerini bu düşünceler temelinde tanımlamaları gerekir.
6. Günümüzde, kendisini “küreselleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” kavramlarının arkasına gizleyen “emperyalizm” çağının yurtsever devrimcisi olan Mustafa Kemal, sömürünün ortadan kaldırılması ve kardeşçe, eşitlikçi bir yaşamın kurulması için düşünce üreten, örgütlenen ve eylemler gerçekleştiren sol’un, sosyalist solun, devrimcilerin kendisini tanımlaması için bir fırsattır.
7. Bir de şunu ekliyorum: Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizm karşısında Türk aydınının aymazlığına karşı tam bağımsızlık düşünüşünün savunucusu ve eylemcisi olan bir önderdir. Bu düşünüş ve eylemse, kaynağını özgürlük isteminden, eşitlik isteminden, sömürünün yok edilmesi isteminden alan yurtseverliğin ve “Biz bir devrim yaptık. Bunu sürdürüyoruz...” (Ocak 1923); ve “Devrimin yasası var olan tüm yasaların üstündedir. Biz öldürülmedikçe, bizim kafalarımızdaki bu akım durdurulmadıkça, başlattığımız devrim bir an bile durmayacaktır.” (1923) diyen sürekli devrimciliğin ta kendisidir.
Bu saptamalar, yaşamdaki tüm ekonomi politikalarıyla; eğitim, bilim, dil, kültür, iletişim politikalarıyla çoğaltılabilir ve sonuçta ülkemizin kanatan gerçeği apaçık ortaya çıkar. Bu gerçek, düşünceleri ve gerçekleştirdikleriyle devrimci Mustafa Kemal’in hâlâ yok edilemediği gerçeğidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün adının üstünde fırtınalar koparılmasının, herkesin sahiplenir görünmesinin ama aslında onun ve gerçekleştirdiklerinin yok edilmesi için hesaplar, programlar yapılmasının asıl nedeni, onun düşüncesinin ve eyleminin aynı doğrultuda olması, yani dediğinin adamı olmasıdır.
Dediklerine ve yaptıklarına bakıldığında görülense, kararlı bir yurtseverlik, ulusunun özgürlüğü, bağımsızlığı ve dogmaların egemenliğinden kurtarılması yolunda sürekli devrimlerle dolu olan bir savaşımdır. Düşünceleriyle ve eylemleriyle bu savaşıma karşı olanların Atatürkçülüğü; düşünceleriyle ve eylemleriyle toplumlarının belleğinde silinmez izler bırakan bir bilgenin başka bir yöntemle unutturulamayacağı, yenilemeyeceği içindir. Yaşamlarında, onun düşüncelerinin ve eylemlerinin tersini yapanların onun yolunda olduklarını söylemeleri; o, başka bir yöntemle yıpratılamayacağı için kaçınılmazdır.
Devlet eşittir Kemalizm yanılsamasından kurtulmak gerekir. Onun ölümünden sonraki devlet politikaları, yarım yüzyıldır “soğuk savaş” denilen bir illet politikadır. Savaşa sürükleyen politikalar, yurtta ve dünyada barış özleminin çağrıcısı olan Mustafa Kemal’e nasıl mal edilir? Yarım yüzyıl önce başlayan ABD eliyle demokrasinin gelmesi politikasının mimarı o mudur? Küçük Amerika olma düşlerini o mu kurmuştur? Bugünkü AB ve IMF politikalarının uyduluğunun temellerini o mu atmıştı? Bu politikaları Kemalizm bellemenin, ondan nefret ettirmeyi amaçlayanların ekmeğine yağ sürmek olduğunu unutmamalıyız.
Düşüncenin temeli olan dil ve eğitim politikalarının Kemalizm düşmanı olduğunu anlamamak için saftan öte bir şey olmak gerekir. Ülkeyi tarikatlardan, şeyhlerden, müritlerden kurtaran mı odur, yoksa onların ülkesi yapan mı? Sivas katliamına, Hizbullah’a uzanan radikal dinciliği onun politikaları mı beslemiştir, yoksa emperyalizmin “yeşil kuşağı”nın uşaklarının izlediği politikalar mı?
Bir de şunları ekleyelim: Mustafa Kemal’i devrimci bir önder kabul etmeyen, demokrasiyi ve özgürlüğü Batı’dan, emperyalistlerden bekleyen, tarikatları sivil toplum örgütü kabul eden bir sol olamaz.

VI. MUSTAFA KEMAL'DEN BUGÜNE
Sonuç olarak ne mi demek istiyorum? Mustafa Kemal’in düşünce ve eylemine katılmayan, karşı olan yöneticilerin yıllardır onu sahiplenir görünmesiyle bir yanılsama yaşanmaktadır ülkemizde. Onun ölümünden sonra ülkemizi yönetenlerin büyük çoğunluğunca, onun adına, onun düşünceleriyle hiç uyum içinde olmayan, onun düşüncelerinin karşısında olan adımlar atıldı. Ama elli yıldır ondan nefret ettiremediler. Çünkü onun açtığı aydınlık yolda yetişen genç devrimciler, genç Cumhuriyetçiler, 1940’lı yıllarda faşizme karşı barış ve özgürlük savaşımında olgunlaştılar.
Onların öğrencileri, emperyalizme karşı yeniden ulusal Kurtuluş Savaşının bayrağını açan Denizleri, Mahirleri yetiştirdi; 68 Kuşağının devrimcilerini. Daha sonraki kuşağın genç devrimcileri ise, emperyalist politikaların uygulanmasına engel olan bir toplumsal muhalefeti örgütlemeyi başarmaya doğru adımlar atınca, 12 Eylül denilen amansız bir yok etme kampanyasıyla karşılaştılar. 12 Eylül, 1940’ların ortalarında Atatürk adına başlatılan alçaklıkların doruğa çıkmasından başka bir şey değildir. Yakın tarihimizin bütün kötülükleri, sinsi bir politikayla onun adına yapılmış; onun adı ikili anlaşmalardan tahkim yasalarına, IMF ve Dünya Bankası dayatmalarına alkış tutmaktan özelleştirmelere, Susurluk çetelerinden hortumculuklara, emperyalist jandarmalıktan savaş çığırtkanlığına, bağımlılık ilişkilerinden dinsel dogmaların egemenliğine uzanan bir zincirle kirletilmek istenmiştir. Onun ölümünden sonra, en başta “tam bağımsızlık”la ilgili olmak üzere uygulanan politikaların bugün geldiği nokta, ne yazık ki Mustafa Kemal’i doğuran koşullarla kuşatıldığımız gerçeğidir.
İşte bu gerçeğin onun söyledikleriyle karşılaştırılması: O, “Biz batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz.” deyip ekliyordu: “Aynı zamanda, batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla, Türk milletini, emperyalizme araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla, bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.”
Günümüze bakmak yetmiyor mu? Yarım yüzyıl öncesinin Kore serüveninden sonra, başbakanın, üstelik yıllar boyu has bir Atatürkçü ve demokratik sol bilinen bir politikacının “Amerika’nın ikna olması bizim için yeterlidir.” demesi, başka nasıl açıklanır. İnsanlığa hizmet bu mu? Bu mu tarihten ders almak ve Atatürkçülük?
O, “Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.” diyordu 80 yıl önce. Yaşadığımızın IMF’ye, Dünya Bankası’na, ABD’ye, AB’ye uşaklıktan farkı var mı? O, tam bağımsızlığın yaşamın her alanında “tam bağımsızlık ve tam özgürlük” olduğunu, herhangi bir alanda bağımsız olmayan bir “ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun” olduğunu söylerken; “Hangi bağımsızlık vardır ki yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?” derken ufkun arkasına bakıp bugünleri mi gördü? Özellikle özelleştirme ve IMF politikalarının onursuzlaştırdığı bugünler için mi “Bağımsızlığın tamlığı ancak mali bağımsızlıkla mümkündür” demişti.
Onun dediklerine doğru diyenler, “ulusun bağımsızlığını gene ulusun kesin ve dirençli kararı kurtaracaktır.” düşüncesini yaşama geçirmek için ellerinden geleni yapmalıdırlar, çünkü bir de ne demişti o:
“...Başlattığımız devrim bir an bile durmayacaktır.” 

28 Ekim 2017 Cumartesi

Ben CUMHURİYET KADINIYIM

Ben CUMHURİYET KADINIYIM
ATAMIN VERDİĞİ BUNCA NİMETİ,TEPEMEM elimin tersiyle.GÖĞSÜMÜ AÇSALAR, BAĞRIMI DAĞLASALAR,SÜRÜKLESELER, TAŞLASALAR Halide Edip gibi,ÖLÜM bile HOŞ GELİR binlerce şehit gibi.BEN YANMASAM, SEN YANMASAN,NASIL ÇIKAR KARANLIKLAR AYDINLIĞA..” 
***
BEN CUMHURİYET KADINIYIMTakamam yüzüme PEÇEYİSARAMAM BEDENİMİ KARA ÇARŞAFAVe İHANET EDEMEM YÜCE ATAYABen Cumhuriyet kadınıyım. 
LAİK YAŞAMAK VARKEN,ŞERİAT DİYE BAĞIRAMAM.Ekmek özgürlük eşitlik savaşında,ERKEĞİMLE OMUZ OMUZA VURUŞMAK VARKEN,Boynuma zincir, ayağıma pranga vurdurup,SİNEMEM BİR KÖŞEYE.Ben Cumhuriyet kadınıyım,
İNKAR EDEMEM NENE HATUNU, KARA FATMA”YI, 
Bebeği yerine mermiyi saran o yüce anayı.Unutamam Çanakkale”yi, Dumlupınar”ı Kurtuluşu,Her karışı şehit kanlarıyla sulanan VATANI,SATAMAM NE PAHASINA OLURSA OLSUN.Ben Cumhuriyet kadınıyım
DEĞER GÖRÜRKEN öpülürken elim,SATILAMAM PAZARLARDA KÖLE MİSALİ.DÜNYA KADINLARIYLA AYNI SAFTA OLMAK VARKEN,İKİNCİ SINIF SIFATINI YAKIŞTIRMAM KENDİME.KADIN ERKEK EŞİTLİĞİNİ VERMİŞKEN ELİME ATAM,YİNE ON ADIM GERİDEN YÜRÜYEMEM,Ben Cumhuriyet kadınıyım
YÜRÜMEK varken İLKELER ELİMDE,UĞRAŞAMAM SULTANLA sarayla, hanla.Değişemem Özgürlüğümü parayla malla.Ak güvercinleri uçurmak varken göklerde,DALGALANDIRMAK VARKEN O AYYILDIZI GÖNDERDE,BAKAMAM KAPKARANLIK SEMAYA.Ben Cumhuriyet kadınıyım, 
SEÇME SEÇİLME HAKKIM VARKEN ELİMDE, 
RAZI GELEMEM HAKSIZLIKLARA.Savunmadan suçsuzluğumu,Boynumu vurduramam canice.BEN ANAYIM BEN KADINIM.HAYAT SAVAŞINDA VARIM YİĞİTÇE MERTÇE,SUSAMAM SON SÖZÜMÜ SÖYLEMEDİKÇE.Ben Cumhuriyet kadınıyım, 
ATAMIN VERDİĞİ BUNCA NİMETİ,TEPEMEM elimin tersiyle.GÖĞSÜMÜ AÇSALAR, BAĞRIMI DAĞLASALAR,SÜRÜKLESELER, TAŞLASALAR Halide Edip gibi,ÖLÜM bile HOŞ GELİR binlerce şehit gibi. 

Gülseren Akdaş
http://ahmetsaltik.net/2013/10/29/ben-cumhuriyet-kadiniyim/

30 Ağustos 2017 Çarşamba

30 AĞUTOS ZAFERİ İKİ KİŞİYİ ÇOK ÜZMÜŞTÜ!

        

30 Ağustos Zafer Bayramı: "Özgürlük ve Bağımsızlık benim karekterimdir" diyen yüce Atatürk Komutasınında kesin zaferin kazanıldığı gündür, 30 Ağustos 1922...Ölüm kalım savaşında koşan Türk ordusu Atasından aldığı "Ordular İlk hedefiniz Akdeniz'dir İleri! “ komutuyla 9 Eylüle doğru koşmuştur...Tarihe gömülmek istenen bir ulus yoktan var olmuştur, tarih boyunca görüldüğü gibi. Bu zafer; 23 nisan 1920 de kurulan ancak adı henüz konulamayan yeni Türk Devletinin ,Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş zaferidir...
      Ünlü yazar Falih Rıfkı Atay, şöyle demektedir :"Eğer bagımsız bir devlet kurmuşsak, özgür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak ,yurdumuzu batı'nın pençesinden ,vicdanımızı ve düşüncemizi de Doğu'nun pençesinden kurtarmışsak, bu topraklardan ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak ,nefes alıyorsak, hepsini, herşeyi ,"30 ağustos zaferine borçluyuz!" 30 ağustos zaferini kim gerçekleştirdi Mustafa Kemal Atatürk!"
Hepimize kutlu olsun... Vatanı sevmek, milleti sevmek; milli bayramları önemsemekle,yaşamakla gerçekleşir fikrindeyim...
Arzu Sarıyer
30 AĞUTOS ZAFERİ İKİ KİŞİYİ ÇOK ÜZMÜŞTÜ! Necati Güngör
İngiltere Başbakanı Lloyd George'a haber geldiğinde oturduğu yerden sıçramıştı:
"Doğru olamaz!" diye adeta isyan etti.
Haberi getiren Miss Frances Stevenson: "Şimdi Dışişleri Bakanlığı yazdırdı Efendim," dedi.
"Lanet olsun!" diye haykırdı Lloyd George.
Kendisine iletilen notu bir kez daha okudu. Sonra büyük bir çöküş içinde bir süre sessiz kaldı.
"Askerler uyarmıştı" diye mırıldandı kendi kendine. "Ama ben, Yunanlıların kazanacağına inandım! Adamları teşvik ettim... Şimdi yalnızca Yunanlılar yenilmedi; benim politikam ve saygınlığım da darbe aldı! Bir çıkış yolu bulmalıyım..."
Miss Stevenson, üşümüş gibi büzülen Başbakan'ın, bir çocuk gibi çaresiz kalışına üzülmüştü. Karşısındaki adam, bir dünya lideri değil de sanki, sokakta kalmış bir öksüzdü.
"Kahve ister misiniz Efendim?" diye sordu.
Dünya lideri:
"Bana sert bir kahve yap Frances," dedi. "Ama çok sert olsun!"
*
30 Ağustos Zaferi'ni öğrendiğinde, oturduğu koltuğa sinip kalan öteki kişi, son Osmanlı Padişahı Vahidettin'di.
Haberi kendisine ileten, Mabeyn Başkâtibi Rıfat Bey'di. Padişah kulaklarına inanamadı.
"Doğru mu bu?" diye sordu sıkıntıyla.
Başkâtip saygılı biçimde:
"Haberi, İngiliz Yüksek Komiserliği de doğruluyor," dedi. "Ordu, Yunanlıları gerçekten yenmiş Efendim!"
Vahidettin gözlerini yumarak kendi içine kapandı.Küçük Mabeyn Dairesindeki odadaydılar. Padişah, her zamanki koltuğunda oturuyordu.
"Bu milli zaferi kutlamak istersiniz diye düşündüm..." dedi Rıfat Bey.
"Emrinizi almak için rahatsız etmiştim."
Vahidettin'in donmuş gibi kıpırsız duran yüzü ekşidi birden; gözlerini açıp öyle sert bir bakış baktı ki Rıfat Bey'e. Adamın içi titredi. Bu bakışta, Padişah'ın, Milli Zaferden hiç mutlu olmadığı apaçık okunuyordu.
Bugünlerde, son Osmanlı Padişahının adını bir yerlere vermek isteyenler varsa, bilgisi olsun.

Beğen

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Kuvayi Milliye Destanı

YASAKLI BİR DESTAN VE KENDİ YAZDIĞI ŞİİRİ GÖREMEYEN BİR VATAN HAİNİ!
Tarih 26 Ağustos 1922..
95 yıl önce bugün..
Büyük taaruzun başladığı gün..
Türkü Kürdü, Ermenisi, Rumu Anadolu insanının şahlandığı gün..
Şöyle yazmıştı komünist şair Nazım Hikmet o günü..
Saat 2.30
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlıyacaktı..
Bugünlerde çok okuyacaksınız bu mısraları..
Hamaset dolu paylaşımlarda bol bol göreceksiniz..
Vatan, Millet, Sakaryacılar..
Ve de ulusalcılar paylaşma rekorları kıracak bu mısralarla..
Milli duygular şahlanacak..
Bayrak, Atatürk, Cumhuriyet, Laiklik sloganları atılacak..
Hamaset tavan yapacak..
Ehh biraz da Nazım’a methiyeler düzülecek..
*. *. *
Kurtuluş Savaşı’nı en iyi anlatan şiirdir; Nazım’ın Kuvayi Milliye Destanı..
Belgelere dayanarak, canlı tanıklar dinlenerek yazılmıştır..
Gerçek halk kahramanlarının kurtuluştaki rolünü anlatır..
Savaşın kazanılmasında Anadolu insanının yaptığı kahramanlıkları, çektiği acıları destanlaştırır..
Antepli Karayılan, Manastırlı Hamdi, Adapazarlı Kambur Kerim, Arhaveli İsmaii, Kartallı Kazım, Süleymaniyeli Şoför Ahmet ve daha niceleri…
Nedense Hasan Tahsin’den hiç söz etmez..
Nutuk’ta da söz edilmez ya, neyse..
*. *. *
Nazım Hikmet, kurtuluş savaşını en güzel anlatan bu “Kuvayi Milliye Destanı”nı 1938’de içeri düştüğünde yazmaya başladı..
Zaten kurtuluştan hemen sonra, 1923’ten 1938’e kadar da hep yargılanmıştı…
Sonunda içeri attılar..
Onun da suçu; darbecilikti..
Türk Ordusunu isyana teşvik etmekten 25 yıl verdiler..
“Kuvayi Milliye Destanı”nı 3 yılda hapiste bitirdi..
Destan 1941’de basıma hazırdı..
Yasakladılar..
Bu ülkenin kurtuluş savaşını anlatan şiiri yasakladılar..
Çünkü Kuva, Arapça Kuvvetler demekti..
Kuvayi Milliye, Milli Kuvvetler anlamına geliyordu..
1923’den sonra düzenli orduya geçince Kuvvayi Milliye olmak yasaktı..
Üstelik Nazım Hikmet bir komünistti..
Hani bugünkü cumhurun başı “Komünistler vatansever değil” diyor ya..
O günlerde de öyle deniyordu..
Komünistler vatansever olamazdı..
Onlar vatan hainiydi!.
Nasıl olduysa bir vatan haini, bizim kurtuluş savaşını destanlaştırmıştı..
Yasak tam 25 yıl sürdü..
Kuvayi Milliye destanı 25 yıl hiç bir yerde basılamadı..
Hiç bir yerde yayınlanamadı..
Cezası ağırdı..
Bir kaç kişi yayınlamaya niyetlendi, hapsi boyladı..
Sadece bir avuç solcu gizli gizli okuyor, kopyaları el altından birbirine dağıtıyordu..
Kuvayi Milliye Destanı yazıldıktan 25 yıl sonra, ancak 1968 yılında yayınlanabildi..
Nazım Hikmet yazdığı eserin basılmış halini hiç görmedi..
Kitabı eline alıp okuyamadı..
Çünkü 5 yıl önce ölmüştü..
*. *. *
Kurtuluş Savaşı gerçek bir kahramanlıktır..
Yoksul, yorgun, aç kalmış bir halkın işgale, sömürüye baş kaldırmasıdır..
Bir çok ulusa örnek olmuştur..
Cesaret vermiştir..
Asla küçümsenemez..
Asla yok sayılamaz..
Anılmalı, yaşatılmalı ve nesillere anlatılmalıdır..
Ama bir de..
Kurtuluş’tan sonra neler oldu?.
Bir de onları anlatabilsek..
Kartallı Kazım gibi mesela..
Kurtuluştan önce bahçıvandı..
Kurtuluştan sonra da bahçıvan..
www.haberhurriyeti.com / SEDAT KAYA




24 Ağustos 2017 Perşembe

Marşlarımız !

TÜRKBÜKÜ SAHİLİNDE
BİR GECE VAKTİ..
İki gün öncesi..
Geç saatler..
Güneş batalı çok oldu..
Ama hava hala sıcak..
Nem hala yüksek..
Bodrum Türkbükü sahili...
Haftasonu ya..
Restoranlar, eğlence mekanları dolu..
Gürültü, patırtı gırla..
Hele o müzikler!.
Sağır sultanın duyacağı desibelde..
Yurdum insanı eğleniyor..
*. *. *
Yan taraftan MHPliler'in dilinden düşürmediği "Ölürüm Türkiyem" şarkısı çalıyor..
"Baş koymuşum Türkiyemin yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına ölürüm Türkiyem."
Ülkücülerin bir sözü vardır.
"Ey Türk titre ve kendine gel!"
Titriyor şarkıya eşlik edenler..
Kahramanlık sloganları atılıyor..
Bilmiyorlar ki, söyledikleri aslında bir Kürt türküsü..
1986 yılında Koma Qamışlo bestelemiş..
Bizim Türkçüler, yıllarca bir Kürt bestesini sellendirmiş..
(https://youtu.be/kS_MnmgrN0c)
Ne garip değil mi?
Ülkücüler eskiden de "Çırpınırdı Karadeniz" türküsünü marş edinmişti kendilerine..
"Çırpınırdı Karadeniz..
Bakıp Türkün bayrağına."
Sonradan anlaşıldı ki, Türk milliyetçilerin bu marşının bestesi Ermeni Aram Haçaturyan’a aitti.
(https://youtu.be/tfXNEU9nD1M)
*. *. *
Türkbükü sahilinde dolanıyorum..
Anason ve pişmiş kalamar kokusu karışıyor nemli havaya..
Biraz ileride genelde CHPlilerin ve ulusolcularin sözlediği İzmir Marşı..
"İzmir’in dağlarında çiçekler açar
Altın güneş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa."
Ellerinde kadehler..
Kendinden geçiyor söyleyenler..
Arada kurtuluşun kahramanları Kara Fatma'ya, sütçü imama selam gönderenler bile var..
Bilmiyorlar ki, söyledikleri aslında Kafkas marşı..
"Kafkasya dağlarında çiçekler açar.
Altın günes orda, sirmalar saçar.
Bozulmus düsmanlar hep yel gibi kaçar
Kader böyle imis ey garip ana
Kanım helâl olsun güzel vatana. "
Beste ç'alınmış, sözler yazılmış..
(https://youtu.be/iASMFi1H8zw)
Bizim ulusalcı mahalle eskiden de gençlik marşını dilinden düşürmezdi..
"Dağ başını duman almış,
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar,
Yürüyelim arkadaşlar."
Oysa o da ç'alıntıydı..
Bir isveç folk müziğiydi..
Bestesi Felix Körling’e aitti..
Biraz da erotikti..
Adı, Tre trallande jäntor..
Üç şırfıntı kız demekti..
(https://youtu.be/tgxbFDn74jw)
Çok çok eskilerde de "Ankara'nın Taşına Bak" söylenirdi..
"Ankara'nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Biz düşmanı esir ettik
Şu feleğin işine bak
Pek şanlıyız."
Bu da bir Kürt bestesiydi..
Yarı aAğıttı hem de..
İran topraklarında kurulan Mehabad Kürt Cumhuriyeti için yazılmıştı..
Beste Hasan Zîrek’e aitti..
(https://youtu.be/gJEzU19Labs)
*. *. *
Türkbükü sahilinde gecenin geç saatleri..
Ne eğlence bitiyor, ne müzikler..
Burada yaşanmaz..
Bu gürültü, bu curcuna çekilecek iş değil..
Tabi bana göre..
Çünkü dejenere..
Neyse biz müziğe dönelim yine..
AKPliler her yerde Recep Tayyip Erdoğan türküsünü çalar..
Seçimlerde, mitinglerde, kongrelerde..
"Ezilenlerin gür sesidir o.
Suskun dünyanın hür sesidir o.
Göründüğü gibi olan, gücünü milletten alan, Recep Tayyip Erdoğan."
Bu da ç'alıntı..
Beste Kazak sanatçı Arslanbek Sultanbekov'a ait..
Orijinal adı, Dombra..
(https://youtu.be/MMbIFccV6TA)
*. *. *
Bir zamanlar herkesin dilindeydi..
"Bir Başkadır Benim Memleketim"
Ayten Alpman söylemişti.
"Havasına suyuna taşına toprağına..
Bin can feda bir tek dostuma
Her köşesi cennetim ezilir yanar icim
Bir baskadir benim memleketim."
Konu vatan, millet, sakarya olunca, ağlayarak söylerdi çoğunluk..
Kıbrıs harekatında saat başı TRT'de çalınırdı..
Dinlerken esas duruşa geçenler bile vardı..
Bilmezlerdi ki, bu da ç'alıntıydı..
Bir yahudi folk müziğiydi..
Orijinal adı, Rabbi Elimelekh'ti..
(https://youtu.be/_IaorcmJh4o)
*. *. *
Müzik evrenseldir..
Besteler, notalar insanlar için yapılır..
Ama emek de en yüce değerdir..
Bu besteleri kullananlar nereden, kimden ç'aldıklarını söyleseler sorun yok..
Düşünsenize..
Siz bir beste yapıyorsunuz, onu sizin dünya görüşünüze çok aykırı olan, ırkçılar, milliyetçiler, dinciler ç'alıyor..
İster misiniz?..
Olayın bir başka yönü daha var..
Toplum olarak müzisyen mi yetiştiremiyoruz?
Ya da yetişen müzisyenlerin değerini mi bilmiyoruz?
Veya şunu sormak mı gerekiyor?.
Vatanseverlik nedir?
Bir devleti, bir bayrağı, bir ırkı mı sevmektir..
Yoksa o vatanın tüm insanlarını, tüm kültürlerini mi?.
(Sedat Kaya, Datça)
14 Ağustos 2017

4 Ağustos 2017 Cuma

Bana Üç kelime Söyle, Sana Bir Hikâye Anlatayım //Ergür Altan Tanju Okan - Kemancı

Bana Üç kelime Söyle, Sana Bir Hikâye Anlatayım
-Bana üç kelime söyle, sana bir hikâye anlatayım…
-Kalemtıraş, mağara, ıslık…
Üç kelime istedi benden gözleri görmeyen ihtiyar kemancı; üç kelime söyledim ona. Yüzüme baktı, sanki beni görür gibiydi ve başladı kemanını çalmaya. Niye bilmem, kemandan başka hiçbir enstrüman yakışmazdı o nasırlı ellerine diye düşündüm o anda.
“Ben sokak müzisyeniyim ve sokak hikâyecisiyim…” Bu cümleyle başladı sohbet etmeye. “Bir hafta önce geldim Ankara`ya. Tunalı Hilmi Caddesi`ni tavsiye ettiler bana. “İyi fikir “dedim, teşekkür ettim ve kalkıp buraya, Demetevler`e geldim! “
Gülümsedim; “bu semtte, sokaklarda keman çalarak ve hikâye anlatarak para kazanamazsınız ki” dedim. “Ankara`da yaşayıp da, ömrü boyunca Tunalı Hilmi Caddesi`ni görmemiş çocukların ve kadınların müziğini çalıyorum ve hikâyesini anlatıyorum. Kendi müziklerini, kendi hikâyelerini dinliyorlar benden” dedi. Sustum…
"Kemanımı ve hikâyelerimi dinletiyorum elli yıldır. Yaşım yetmiş dört. Kemanım da, hikâyelerim de, ben de çok yorgunuz. Elli yıldır aynı kemanı çalıyor ve her biri birbirinden ayrı hikâyeler anlatıyorum. İstanbul`da, İstiklal Caddesi`nde yapmamı söylemişlerdi bu işi. “İyi fikir” dedim, teşekkür ettim ve Sivas`a gittim! Ben, gittiğim her şehri, beni dinleyen bütün insanları çok sevdim. Suşehri`ne davet etti beni bir beyefendi. Sivas`ın ilçesidir Suşehri. “Ne güzel bir ismi var bu ilçenin” dedim ve beraber Suşehri`ne gittik. Sevildim, kınandım, el üstünde tutuldum ve kovuldum elli yıldır…”
“Geçinebiliyor musunuz peki? diye sordum. Kızdı, “sana ne!” dedi. Sustum…
“İzmir`e gitmiştim. Karşıyaka Çarşısı`nı tavsiye ettiler bana. “İyi fikir” dedim, teşekkür ettim ve günlerce Bayraklı Çarşısı`nda çaldım ve anlattım ! Kemanım yoksuldur, benzi soluktur hikâyelerimin. Hiçbir zaman çok param olmadı; hatta, bazen günlerce parasız kaldım. Bayraklı Çarşısı`nda birkaç saat kalıyordum ve hiç unutmam, bir gün, para kutum bomboş çıkıyorken çarşıdan, bir çocuk geldi yanıma ve “benim yalnızca bir kalemtıraşım var size verebileceğim, sizin olsun” dedi. Kendisi koydu ceketimin cebine kalemtıraşı. Mutlu oldum. Ona geri verebilirdim kalemtıraşını ama hatıralar biriktirmeyi çok seviyorum. Benim en güzel hatıralarımdan biridir o çocuğun inceliği ve hediyesi…”
“Para biriktirebileceğiniz bir iş değil ki bu” dedim. Acıyarak baktığını hissettim bana, “ben hatıra biriktirmekten bahsediyorum!” dedi… Sustum…
“Antalya`da, Kaleiçi`nde çalışmamı tavsiye ettiler. “İyi fikir” dedim, teşekkür ettim ve Zonguldak`a gittim! Bir ressam arkadaşım vardı orada. Onda kaldım uzunca bir zaman. Sokak ressamıydı kendisi. Otogara yakın, deniz kıyısında bir lunaparkta, arkadaşım resim yaptı, ben keman çaldım ve anlattım hep. Bizi görenler, “bir deli vardı, iki deli oldu” diyorlardı. Arkadaşımla birbirimize çay ısmarlayacak ve menemen yiyecek kadar para kazanabiliyorduk. Şehirden ayrılacağım gün, şehrin girişindeki Gökgöl Mağarası`na gittik. Kemanım da yanımdaydı ve asırlar önce o mağarada yaşayan canlar için, bütün insanlar ve bütün hayvanlar için keman çaldım, hikâye anlattım. O gün bugündür içimde bir mağara serinliği var ve bu serinliği hissetmek ne kadar muhteşem bir şey bilemezsin…”
"Size saygı duyuyorum ama başka bir iş de yapabilirdiniz; hem bir eviniz bile olurdu belki “ dedim. “Evimin olmadığını nereden biliyorsun?” dedi. Şaşırdım…”Benim Tunceli`de bir evim var” dedi. “Sahi mi? dedim. “Sus da anlatayım!” dedi. Sustum…
“Eskişehir`de çalışmamın bana iyi geleceğini söyledi dostlarım. “İyi fikir” dedim, teşekkür ettim ve bir otobüs bileti alıp Tunceli`ye gittim! Ben gittiğim her şehri, beni dinleyen bütün insanları çok sevdim; kör halimle belledim Tunceli`nin kartpostal gibi bir şehir olduğunu ve halkının içtenliğini. Akşamları Seyit Rıza heykelinin orda çaldım kemanımı, anlattım hikâyelerimi. Halk sahiplendi beni, kınamadı, incitmedi… Benim gibi kör bir adam vardı; kemanıma ıslığıyla eşlik ediyordu. Ben hiç ıslık çalamam biliyor musun? İçimde birikmiş bir tutkudur ıslık çalmak…Ali Baba Mahallesi`nde kaldım. Sabahları, erken saatlerde helikopterler geçerdi üstümüzden. Çarşıda polisler, askerler vardı ve kimse umursamıyordu onları! İnsanlar yorgundu ama gülümseyebiliyordu yine de…”
“Eviniz merkezinde mi Tunceli`nin?” dedim. “Bilmiyorum “dedi. “Hani bir eviniz vardı Tunceli`de?” dedim. “Biliyorum ki, şimdi yine gitsem, bana evini açacak nicesi var orada. Ama bir ev yeter bana; evet, benim Tunceli`de bir evim var” dedi… Sustum…
Farkına bile varmamıştım; sohbet ederek anlatmıştı hikâyesini. “Söylediğim sözcüklere göre mi uydurdunuz, yoksa gerçek mi bu anlattıklarınız?” diye sordum. Gülümsedi; “yetmiş dört yaşındayım ve bir çok hatıra biriktirdim” dedi… Sustum…
“Ben keman çalmayı dedemden, hikâye anlatmayı ninemden öğrendim “dedi. Dalıp gitti öylece…”Onları çok özlüyorum” dedi…
-Siz bana hikâye anlattınız; ben de bir şey yapayım sizin için. Üç kelimelik bir cümlede söyleyin dileğinizi…
-Islık çalsana biraz…
Ben ıslık çaldım, o ağladı…
Akşam usul usul serpiliveriyordu Ankara`ya dostlar. İhtiyar dostumun bir evi vardı Tunceli`de; artık, bir evi de Ankara`daydı...
Ergür Altan






2 Temmuz 2017 Pazar

2 TEMMUZ

Bugün 2 Temmuz …
‘’Kalbim bir dar sokaktır ve tehlikeli/ Ben geçtim hayatım geride kaldı…’’*
AZİZ ABİ…
Soğuk bir aralık günü… Ortalıkta hiç kimse yok. Her zaman neşeli çocuk sesleriyle dolu bahçede, sabahki kardan artakalan beyazlığa bürünmüş içli bir sessizlik var. Bahçenin bittiği yerdeki yeni bina inşaatı hemen fark ediliyor.
Arabamızı bahçenin girişine bıraktık ve yürümeye başladık. Çok geçmeden dokuz on yaşlarında esmer ince yüzlü bir çocuk, sakin adımlarla geldi karşımıza durdu.
“Hoş geldiniz!”
‘’Aziz Bey’e geldik oğlum, nerede kendisi?”
“Aziz Dede inşaatta, gelin götüreyim sizi…”
Sıvasız merdivenleri tırmanarak küçük bir odanın kapısında durduk. Çocuk, odanın kapısını açarak hemen pencerenin önündeki divana doğru yürüdü. Hafifçe eğilerek, “Dede, dede” diye seslendi. İnce bir battaniyenin altına kıvrılmış el kadar bir gövde kıpırdadı önce ve yavaşça toplandı. Üzerinde eski, kolsuz bir hırka ve ayağında eprimiş bir eşofmanla, bitmemiş bir inşaatın karanlık odasındaki uykusundan kaldırdığımız adam Aziz Nesin’di.
Aziz Bey, gözlerini karanlığa alıştırmaya çalışarak bir müddet baktı bize.
“Eskisi gibi göremiyorum artık, biraz yakına gelin bakayım.”
Kadim dostu Nuri abi: “Benim abi, Nuri’’ dedi. ‘’Bu da bizim Ercan, tanırsın, Doktor Ercan… Seni görmeye geldik.”
Divanın yanındaki sandalyelere oturduk ve uzun uzun konuştuk.
Sohbetin bir yerinde, aralığın kaçında olduğumuzu sordu. “Tesadüfe bakın, bugün benim doğum günüm” diyerek devam etti sonra. Ziyaretine gittiğimiz Çatalca Nesin Vakfı’nın yatakhaneleri yeterli gelmiyordu artık çocuklara ve bu yüzden ek yatakhanelerin yapıldığı bu inşaatla uğraşıyordu epeydir. Ama işte, bir türlü yetmiyordu para! Kitaplarından gelen telif ücretleri ve hayatı boyunca kazandıklarıyla güç bela Vakıf adına alınan gayrimenkullerin kiraları da karşılamıyordu giderleri. Bütün derdi buydu Aziz Bey’in!
Aziz Abi’yi ziyarete gittiğimiz tarih 20 Aralık 1994’tü. “Şeytan Aziz bu, yakın, yakın!” nidalarıyla çıktığı Sivas cehenneminden yaklaşık bir yıl sonra yani. Akşam olmadan İstanbul’a dönmek için izin alıp ayrıldık Çatalca’dan.
Giriş kapısına kadar uzanan taşlı yolda giderken Nuri Abi’ye dedim ki: “Abi, bu adam kendisine yapılanları hak edecek ne yaptı bu ülkeye?”
Kar yavaş yavaş hızını artırmıştı. Hiç konuşmadan yürüdük. Aziz Nesin kısa bir süre sonra da öldü. İyi biliyordum, Madımak Oteli’ndeki 35 can’ın hatırasının nasıl ağır bir yük gibi çöktüğünü kalbine.
Aziz abi niye Sivas’a gitti? Ömrünü yetim, kimsesiz çocuklara niye verdiyse o yüzden gitti. Aziz abi yakılmayı hak edecek ne yaptı bu ülkeye? Ölmeden bir saat önce bile, ömrünü verdiği kimsesiz çocukların nasıl daha rahat yaşayacaklarını ve gelecekte onlara daha iyi neler sunabileceğini düşündüğüne adım gibi eminim… Bu yüzden mi hak etti yakılmayı?
ARKADAŞIM UĞUR…
Sivas yangınından tesadüfen kurtulan fotoğrafçı Mehtap Yücel benim hemşerimdir. Dünyayı başkalarının görmediği açılardan görür, vicdanlı ve haysiyetlidir. Mehtap’ı katliamdan kısa bir süre sonra tanımıştım. Kederli yüzü ve kırık sesiyle 2 Temmuz 1993’ü anlattı bir öğleden sonra. Ağlayarak anlattığı hikâyeyi ağlayarak dinledim.
“Nasıl olsa öleceğim dedim. Buradan çıkış yok. Bunlar bizi yakacaklar. Hiç olmazsa otelin içinde çektiğim fotoğrafları kurtarayım. Çıkardım filmleri makineden ve bir film kutusunun içine koydum. Onu da yanmaz bir şeylere sararak içime sakladım. Cesedimi bulduklarında nasılsa ulaşırlar fotoğraflara diye düşünüyordum…” Madımak Oteli’nin merdivenlerinde çaresizce oturan Behçet ve Uğur kardeşimin, Metin Abi’nin fotoğrafları işte o yanık kokulu fotoğraflardır. Arkadaşımın gövdesine sardığı fotoğraflar.
Uğur Kaynar’ı, Karanfil sokaktaki kitapçının önündeki bahçede, elinde Bafra sigarasıyla sessizce otururken hatırlarım. Ahmet Erhan tanıştırmıştı ilk. Uzanıp kucaklaşmıştık birbirini kırk yıldır tanıyan ahbaplar gibi. Ahmet’e çok benziyordu. Bu dünyaya hep borçluymuş gibi bir suçlulukla kendi köşesinden güller ekiyor, şiirler topluyordu. 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yandı. Öldüğünde peçeteye yazılı bir şiir, üç beş kuruş para ve bir paket Bafra sigarası çıktı çantasından. Ömrünün bilmem kaç senesini cezaevlerinde geçirmiş, mahpusta iken çocuğunun doğumu ile babasının ölüm haberini aynı anda alan bir adamdı Uğur. Bütün bunları hak edecek ne yapmıştı bu ülkeye? Niye Sivas’a gitmişti? Niye cezaevine girmişse işte o yüzden Sivas’a gitmişti. 12 Eylül’den önce ODTÜ işgaline, Şentepe Direnişi’ne, Tuzluçayır’a niye gittiyse, ondan gitmişti Sivas’a. 12 Eylül faşist darbesinden sonra niye yattıysa Mamak’ta, o yüzden yatmıştı Madımak Oteli’nin dumana kesmiş ucuz halılarının serildiği koridorlarına… İnsan olmaktan başka bir şey bilmiyor ve elinden başka bir şey gelmiyordu işte.
BEHÇET KARDEŞİM…
Yıl 1984, Ankara… Güle oynaya, hiç bitmeyecekmiş gibi sürdürülen sohbetlerin içindeki aşk ve şiire emdirilmiş bir pelür kâğıdı gibi yaşıyordum. Ben hep böyle gidecek zannettim ömrümü.
Duvarları şiirle kaplı çatı katındaki bekâr evimiz yıkıldığında terastaki mangalı kurtarmak için giden arkadaşıma Çorumlu ırgatların sorusu:
“Abi, burada oturanlar acayip şeyler mi yaşadılar?”
Doğru, çok şey yaşadık. Uykusuz geceler, uzak sevgililer, alkolle yıkayıp yaladığımız yaralarımız, yarım kalmış sızılar, olmamış bir şeyler, devrim gibi…
Bizim evin müdavimlerinden biri de Behçet Abi’ydi. Onunla hep Ankara’da birlikte oldum. Ama ilk anım İstanbul’a ait nedense. Uykusuz ve yorgun bir İstanbul yolculuğunun sabahında yolumuz Rami’ye düşmüştü. Behçet Abi, gitmiş eski kışlanın önünde öylece durmuştu. Yanına vardım ve “Abi, amma takıldın buraya, ne oluyor?” dedim. İlkokuldan sonra nasıl asker olduğunu, aileden ayrılışını, ranzada günlerce nasıl ağladığını anlatmıştı. “Daha çocuktum lan!” diyordu, “bildiğin çocuk…”
Behçet Aysan’ın kızı, yeğenim Eren, titrek bir gül yaprağına dokunan yağmur tanesinin sesiyle soruyor, “Babam bu ülkeye bunu hak edecek ne yaptı?**
Behçet abi niye Sivas’a gitti? 12 Mart Askeri Darbesi’nde niye atıldıysa okuldan, niye düştüyse cezaevlerine, o yüzden gitti Sivas’a. Behçet Abi’yi niye yaktılar? İbo’yu niye öldürdülerse işkencede, Erdal’ı niye astılarsa yaşını büyüterek ve Ali İsmail’e niye saldırdılarsa sopalarla, işte o yüzden. Behçet Abi’yi yakanlarla, Erdal’ı asanlar, Uğur’u yakanlarla Hrant’ı kalleşçe vuranlar; aynı ailedendir…
Bu insanlar, bunu hak edecek ne yaptılar bu ülkeye? Bence çok açık suçları, bu toprakları ve üzerindeki insanları ölümüne sevdiler. Daha ne yapacaklardı Allah aşkına. “Ölümüne seversen ölürsün” diyorlardı işte!
2 Temmuz 1993’te akşam vakti Cihangir’den Gümüşsuyu’na doğru bir yokuşu çıkıyordum. Penceresi açık bir salondan sokağa taşan televizyonda, bir spiker, arka arkaya bir takım isimler sıralıyordu. Saydığı isimlerden biri de Behçet Sefa Aysan. Bir süre “Sefa” lafına takılıp kaldığımı hatırlıyorum. Behçet Aysan tamam da, Sefa neyin nesi? Öylece durdum sokağın ortasında; abisi uzak bir şehirde yakılmış küçük kardeş şaşkınlığıyla.Yıl 2017. Mevsim yaz ve aylardan temmuz. “Değişen bir şey yok” hâlâ, Behçet’in deyişiyle; “ölüm hariç…”“Aynı gökyüzünün altında, aynı kederle” yaşıyoruz işte…
“Yakılanlardan mısın, yoksa yakanlardan mısın?” diye sorarmış Sivaslılar gurbette birbirlerine rastladıklarında. Ben, hâlâ yananlardanım…
Ercan Kesal (Cin Aynası, sayfa 103)
*E.Günçe
**Eren Aysan
***Şiir alıntıları Behçet Abi’den.