23 Eylül 2016 Cuma

250 YILLIK IŞIK OYUNU VE BUGÜNÜN KARANLIĞI / SEDAT KAYA

250 YILLIK IŞIK OYUNU
VE BUGÜNÜN KARANLIĞI
Bugün 23 Eylül..
Yani ekinoks..
Gece ve gündüz eşit bugün..
Kuzey Yarımkürede sonbaharın, güney yarımkürede ise ilkbaharın ilk günü ..
Bir başka ifadeyle bugün Kuzey Kutup Noktası’nda altı aylık gecenin, Güney Kutup Noktası’nda ise altı aylık gündüzün başlangıcı..
Bizler yarından itibaren güneşin ışığını daha az göreceğiz..
Ve yarın güneşin ilk ışığı Siirt'te bir türbede doğacak..
Tillo'da bir yatırın başucunu aydınlatacak.
*. *. *
Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi bir alimdi..
1703 ile 1780 yıllarında yaşamıştı..
Astronomi, fizik, psikoloji, sosyoloji ve din alanlarında pek çok çalışma yapmıştı..
Osmanlı döneminin ender alimlerinden biriydi..
Marifetname isimli kitabında güneş sistemini çok ayrıntılı biçimde anlatmıştı..
Kendisini yetiştiren hocası İsmail Fakirullah Efendi 1734 yılında vefat etti.
İbrahim Hakkı Efendi hocası için Tillo'da bir türbe yaptırdı..
İnşaata başlarken bir iddiada bulundu..
Sonbahar ve ilkbahar ekinoksları olan 23 Eylül ve 21 Mart'ta güneşin ilk ışığı hocası İsmail Fakirullah'ın karanlık türbesine girecek ve başucunu aydınlatacaktı..
Olmaz öyle şey dediler..
İnanmadılar..
İbrahim Hakkı Efendi iddiasını sürdürdü..
"Yeni yılda doğan güneş ilk olarak hocamın başucunu aydınlatmazsa, ben o güneşi neyleyim?" dedi..
Günlerce, haftalarca dolaştı..
İnce hesaplar yaptı.
Sonunda türbenin yerini belirledi..
Mimarisini zaten kendi çizmişti..
Aylar süren çalışma sonunda türbe tamamlandı..
Günlerden 23 Eylül'dü..
Herkes türbede toplandı..
Güneş doğmak üzereydi..
Heyecan doruktaydı..
Güneş Tillo'da doğar doğmaz ışığı gerçekten İsmail Fakirullah Efendi'nin başucunu aydınlatacak mıydı?..
Herkesin gözü türbeden 3 kilometre uzaklıktaki Kale-tül üstat (Üstad kalesi) tepesindeydi..
Çünkü güneş oradan doğacaktı..
Sonunda doğdu..
Doğar doğmaz ışığı bir ip gibi İsmail Fakirullah Efendi'nin karanlık türbesine girdi ve başucunu aydınlattı..
Herkes şaşkındı..
İbrahim Hakkı Efendi dediğini yapmıştı..
Bu, o dönem için Osmanlı toplumunda bir mucizeydi..
Ünü bir anda yayıldı..
Bu olaydan bir yıl sonra sultan 1.Mahmut kendisini saraya davet edip konuştu..
Peki, bu mucize nasıl gerçekleşmişti?..
İbrahim Hakkı Efendi türbenin 3 kilometre uzağındaki Üstad Kalesi denen tepeye taş bir duvar yaptırmıştı..
Duvarda 40×50 santimetre ebatlarında bir pencere vardı..
Tillo'da güneş doğar doğmaz ilk ışığı pencereden geçiyordu..
Sonra türbenin yanında dikilen kuleye geliyor..
Oradan türbenin penceresine süzülüyor..
Ve karanlık odada sadece İsmail Fakirullah Efendi'nin başucunu aydınlatıyordu..
Bu astronomi, matematik, fizik ve mimari bilimlerinin bir zaferiydi..
Tam 250 yıl önce gerçekleştirilmiş bir ışık oyunuydu..
Heryıl ekinokslarda yüzlerce insan bu ışık oyununu izlemek için Siirt Tillo'ya gidiyor..
Ve Tillo''da güneş önce İsmail Fakirulah'ın başucunda doğuyor.
*. *. *
Aslında İbrahim Hakkı Efendi'nin bu ışık oyununu ondan binlerce yıl önce Stone Henge'yı, Mısır, Aztek, İnka piramitlerini yapanlar da gerçekleştirmişti..
Astronomi, matematik, fizik ve mimari bilimlerini kullanmışlardı..
Onların çoğu da İbrahim Hakkı Efendi gibi din adamıydı..
Rahiplerdi..
İnsan düşünmeden edemiyor..
Bir 250 yıl öncesi din alimi İbrahim Hakkı Efendi'ye bakın..
Bir de bugünkü din soytarılarına..
Fettullah Gülen'e, Cübbeli Ahmet'e, İsmailağa'ya ve diğerlerine..
Ve de onların paralellerine..
Anadolu'nun nasıl geriye gittiğinin kanıtıdır bu.
(Sedat Kaya, Datça)
23 Eylûl 2016



17 Eylül 2016 Cumartesi

Tarık Akan

      Yetmişli yıllarda romantik aşkımızken seksenlerde devrim aşkımızdınız!. Nurlarda uyuyunuz Tarık Akan ;gidişiniz çok erken ,çok üzgünüm...

Tarık Akan yaşarken yazılmış en sevdiğim  iki yazı...
BİR DEMET ÇİCEK
İyi ki Varsın Tarık Akan - Zeynep Oral 1 Mart 2012 Cumhuriyet
Bu akşam Nürnberg'de, Türkiye - Almanya Film Festivali'nde Tarık Akan'a Onur ödülü veriliyor. Daha önce bu sayfalarda haberini okumuşsunuzdur. Bu akşam başlayacak ve 11 Mart'a dek sürecek olan 17. Türkiye Almanya Film Festivali, Tank Akan'a bu onur ödülünü Türkiye'de sinema sanatının gelişimine ve uluslararası alanda tanınmasına yaptığı kalıcı katkılan" nedeniyle veriyor .
Doğrusu bu akşam orada olup onu kutlamak, en azından kendisine bir demet çiçek vermek isterdim... Gelin görün ki şu anda Almanya'da değil Atina'dayım... Kaldı ki bu karda kışta gönlümdeki çiçek demetini kolay kolay bulamazdım oralarda... En iyisi çiçeklerimi ben ona bu köşeden sunayım.
Bir tutam kır papatyası: "Yakışıklı jön" - "Temiz aile çocuğu" (her ne demekse) masum delikanlı imgesiyle çevirdiği "Hababam Sınıfı" da dahil olmak üzere, ilk filmleri için...
Kucak dolusu kırmızı karanfil: Oyunculukta ustalaştığı, toplumsal eleştiriyi içselleştirdiği, "Nehir”, "Kanal", "Maden", "Sürü", "Adak" gibi filmler için...
Demetin tam ortasına yerleştirilecek kıpkırmızı bir gül: "Yol" filmi için... (Festivali bu film açıyor bu akşam.)
Mavi ortancalar: Faşist darbe yıllarında, 80'lerde bile düşüncelerinden hiç ödün vermeden dört elle sanıldığı "Pehlivan", "Ses", "Derman" gibi filmler için... Kırmızı ve beyaz laleler: 90'lı yıllarda darbeleri 181 lanetleyen "Karartma Geceleri", "Eylül Fırtınası" gibi filmlerle, namuslu ve bilinçli seçimler yaptığı
Kırmızı ve beyaz laleler: 90'lı yıllarda darbeleri lanetleyen "Karartma Gecelen", "Eylül Fırtınası” gibi filmlerle, namuslu ve bilinçli seçimler yaptığı için...
Sarı krizantem: İki yıl önce izlediğim, yanılmıyorsam şimdilik son filmi olan "Deli Deli Olma” daki yaşlı kompozisyonu için... Yorulmak bilmeden sürekli çalışıp yüzü aşkın filmin her birinde kendisiyle yarıştığı, kendini aşmaya çalıştığı ve canlandırdığı her kişiye bizleri İnandırdığı için...
Kucak dolusu gelincik: Son yıllarda yönetmen olarak gerçekleştirdiği belgeseller için... Bunların sonuncusu "Bir Meçhul Öğretmen"di. Ülkemizdeki Köy Enstitüleri gerçeğini, bugün 80'li yaşlarını aşmış Arifiye Köy Enstitüsü mezunu Ayşe ve Mehmet Bayındır öğretmenlerin öykülerinin izini sürerek bize anlatıyordu. Tüm meçhul 'öğretmenlere adanmış bu belgeseli gözyaşlarımı tutamayarak izledim...
Bir demet hercai menekşe: Sinemadan kazandığı betin', yatlara katlara, mal mülk edinmeye değil, Cumhuriyet İlkelerine bağlı öğrenci yetiştirmeye hedeflenmiş bir ilim yuvasını, Özel Taş İlköğretim Okulu'nu kurduğu için... Bakırköy'deki bu okulun üniversitelere girme sıralamasında Türkiye çapında ilk beşin içinde olduğunu biliyor muydunuz?
Bir adet beyaz orkide: Meslek yaşamıyla, meslek dışı yaşamını; daha güzel bir dünya, daha adil Türkiye özlemiyle, var olma biçimini; düşüncesiyle söylemini, söylemiyle eylemini bir kıldığı için...
San, beyaz, mavi kardelenler: Kimseye çaktırmadan, reklamını yapmadan inandığı ilkeler doğrultusunda çalışan STK'lere yaptığı yardımlar için...
Bir demet aslanağzı: Direnmeyi bildiği için,..
Bir avuç yasemin: Örnek oluşturduğu için...
Bir adet manolya: Dostlukların değerini bildiği için,,.
Amma kocaman buket oldu!!!
Teşekkürler Tarık Akan! iyi ki varsın!


http://guven-guven.blogspot.com.tr/2012/03/bir-demet-cicek.html?m=1

Bir demet çiçek ne anlatır size? Bir demet sevgiyi mi? Bir nefeslik aşkı mı? Yoksa bir ömürlük hayat yolculuğumuzu mu? Doğanın vazgeçilmezi olan çiçekler insandan çok önce vardı. Renkleri ve kokuları insan tarafından anlamlandırıldı, onlarla anılır oldular. Her çiçeğin rengi, kokusu, biçimi kendi tarzını, insan tarafından hissettiği duyguyu insana ilettiler.

Kısacası dostlarım, çiçekler de yaşamın bir dilidir. Tabiatın anlattığı bir dil. Aynı zamanda insan insanlaştıkça kendini de bulur bu dilin anlatımı içinde.

Bir demet, hatta bir tek çiçek belki ilk seslenişin, belki de son, seslenişin tanıklığını yaptı ve yapacak… Belki bir ömür adına bir kucak minnet duygusunu anlatacak…

Bir demet çiçekle insan diğer insana; yani sevdiğine, canının cananına çok şeyi anlatır. Ya, sanata bulaşmış, aldığı hava bile sanatın filtresinden, içtiği su bile sanatın imbiğinden geçen yazar nasıl anlatır sevgi ve saygısını?

Zeynep Oral Esintiler isimli köşesinde bir demet çiçekle anlatmış sevgi ve saygısını. Tarık Akan’a Türkiye-Almanya Film Festivali’nde onur ödülü verildi. Hayatını sanata adamış, sanatın ışığı, rehberi olmuş sanatçıyı seven dostu Zeynep Oral da bir demet çiçeği yazarlık sanatı ile buluşturarak göndermiş.

İnsan isteyince; sevgiyi, bir yazı, bir demet çiçek, bir küçük nesnede bile inşa edip kendi sanatını meydana getiriyor. Zeynep Oral da dostu Tarık Akan için böyle bir yol izlemiş. Benim çok hoşuma giden bu çalışmayı kendi köşemde paylaşmaktan dolayı onur duyacağım.

Ve ben susuyorum. Söz, konuşma, piyanonun tuşlarına basma sırası Zeynep Oral’da:

“Doğrusu bu akşam orada olup onu kutlamak isterdim, en azından kendisine bir demeç çiçek vermek isterdim… Gelin görün ki şu anda Almanya’da değil Atina’dayım… Kaldı ki bu karda kışta gönlümdeki çiçek demetini kolay kolay bulamazdım oralarda… En iyisi çiçeklerimi ben ona bu köşeden sunayım.

Bir tutam kır papatyası: “Yakışıklı Jön”-“Temiz aile çocuğu” (her ne demekse) masum delikanlı imgesi ile çevirdiği “Hababam Sınıfı” da dâhil olmak üzere, ilk filmleri için…

Kucak dolusu kırmızı karanfil: Oyunculukta ustalaştığı, toplumsal eleştiriyi içselleştirdiği, “Nehir”, “Kanal”, “Maden”, “Sürü”, “Adak” gibi filmler için…

Demetimin tam ortasına yerleştirilecek kıpkırmızı bir gül: “Yol” filmi için… (Festivali bu film açtı)

Mavi ortancalar: Faşist darbe yıllarında, 80’lerde bile düşüncelerinden hiç ödün vermeden dört elle sarıldığı “Pehlivan”, “Ses”, “Derman” gibi filmler için…

Kırmızı beyaz laleler: 90’lı yıllarda darbeleri lanetleyen “Karartma Geceler”, “Eylül Fırtınası” gibi filmlerle, namuslu ve bilinçli seçimler yaptığı için…

Sarı krizantem: İki yıl önce izlediğim, yanılmıyorsam şimdi son filmi olan “Deli Deli Olma” daki yaşlı kompozisyonu için… Yorulmak bilmeden sürekli çalışıp yüzü aşkın filmin her birinde kendisiyle yarıştığı, kendini aşmaya çalıştığı ve canlandırdığı her kişiye bizleri inandırdığı için…

Kucak dolusu gelincik: Son yıllarda yönetmen olarak gerçekleştirdiği belgeseller için… Bunların sonuncusu “Bir Meçhul Öğretmen”di.

Bir demet hercai menekşe: Sinemadan kazandığı geliri, yatlara, katlara, mal mülk edinmeye değil, Cumhuriyet ilkelerine bağlı öğrenci yetiştirmeye hedeflemiş bir ilim yuvasını, Özel Taş İlköğretim Okulu’nu kurduğu için…

Bir adet beyaz orkide: Meslek yaşamıyla, meslek dışı yaşamını; daha güzel dünya, daha adil Türkiye özlemiyle, var olma biçimini; düşüncesiyle söylemini, söylemiyle eylemini bir kıldığı için…

Sarı, beyaz, mavi kardelenler: Kimseye çaktırmadan, reklâmını yapmadan inandığı ilkeler doğrultusunda çalışan STK’lere yaptığı yardımlar için…

Bir demet aslanağzı: Direnmeyi bildiği için…
Bir avuç yasemin: Örnek oluşturduğu için…
Bir adet manolya: Dostlukların değerini bildiği için…

Sanata adanmış, aldığı hava, içtiği su, ısındığı ateş, bastığı toprak bile sanatla kutsanmış insanların seslenişi; bir demet çiçek sunuşu böyle olur işte…

Beni yanıltmayan, kırk yıl önce sevdiğimiz, saydığımız ve önemle takip edip izlediğim sanat adamı Tarık Akan’a bende teşekkürümü sunuyorum; ellerim acıyana kadar alkışlama isteği ile el sallıyorum…

Güven Serin


                                                    
Tarık Akan ölümü üzerine yazılan en sevdiğim yazı...
SABAH YILDIZI..
Asıl adı Tarık Tahsin Üregül'dü..
Bizim kuşağın jönüydü..
Halkın içinden çıkmıştı..
Ünlenene kadar nice zorluklar yaşamıştı..
Gün geldi işportacılık yaptı..
Gün geldi İstanbul plajlarında cankurtaranlık..
Ses Dergisinin bir yarışmasında Türkiye'nin en yakışıklısı seçildi..
Bu Yeşimçam'a adım atmasıydı..
Aşk filimleriyle tanındı..
Beyaz perdede romantik adamdı..
Ama gerçek hayatta çok farklı..
Bir süre sonra romantik rollerden bıktı..
Sosyal içerikli senaryolarda oynadı..
Olgunluk çağında dik vuruşuyla, fikirleriyle bir muhalifti.
Yıl 1980'di..
Amerika destekli ordu silah zoruyla yönetime el koymuştu..
Konuşanı içeri atıyorlardı..
Sinemanın bir çok ünlüsü, sahnelerin bir çok starı darbecilere övgüler yağdırıyordu..
O ise eleştirdi..
1981 yılında Almanya'da yaptığı bir konuşma nedeniyle tutuklandı..
İktidar yanlısı medyada tıpkı Ahmet Kaya gibi linç edilmeye çalışıldı..
Devletin bölünmez bütünlüğünü sarsmaya çalışmakla suçlandı..
Tam 12 yılla yargılandı..
Mahkemede suçlamaları redetti..
Bölmeyi değil birleştirmeyi amaçladığını söyledi.
2.5 ay hücre hapsi verdiler..
Aslanlar gibi yattı..
Sinemayı bıraktıktan sonra kendisini eğitime adadı..
Cehaletle, irtica ile savaştı..
O yüzden de yobazlar, gericiler, din simsarları tarafından hiç sevilmedi..
Tarık Akan'ın 66 yıllık onurlu yaşamı bugün sona erdi..
Geride 111 film, 4 sinema dizisi, bir kitap, onlarca ödül ve milyonlarca hayran bıraktı..
Ne acıdır ki, bugün 12 Eylül 1980 darbesinden kanlanan bir avuç yavşak (bit yavrusu) sosyal medyada ona küfürler yağdırıyor..
Kendi dinini bile bilmeyen bu 12 Eylül beslemesi cahil cühelanın unuttuğu bir şey var..
Tarık, sabah yıldızı yani Venüs demektir..
Kuranı Kerim'de Tarık Suresi'nde şöyle der.
"Göğe ve Tarık'a andolsun. Tarık'ın ne olduğunu sen ne bileceksin? O, ışığıyla karanlığı delen yıldızdır."
Tarık Akan Sinemanın sabah yıldızıydı..
Doğanın kanunudur..
Her gecenin sonunda sabah yıldızı mutlaka doğar..
(Sedat Kaya, Datça) 16 Eylül 2016

6 Eylül 2016 Salı

6 ,7 Eylül olayları

61 yıldır dinlemeyen Güz Sancısı..
AYA TRİADA'NIN GÖZYAŞLARI..
"Ve: "Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Hayır; Allah onu kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."
(Kuranı Kerim, Nisa Suresi, 157-158)
*. *. *
Öfkeli kalabalık Taksim'de toplanmıştı..
Şişli'den, Kurtuluş'tan, Dolmabahçe'den gruplar halinde gelmişlerdi..
Ellerinde bayraklar vardı..
Uzun sopalar..
Bazılarında gaz tenekeleri..
Bazılarında baltalar..
Bazılarında Atatürk portreleri..
Burunlarından soluyorlardı..
Biri bağırdı..
"Kiliseyi yakalım."
Kalabalık bir anda Rum Ortodokslarının kilisesi Ayia Triada'ya(*) yöneldi..
"Papazı sünnet edelim" diye tempo tutuyorlardı..
Ünlü sinema oyuncusu Nubar Terziyan da o gün oradaydı..
Yanlış zamanda, yanlış yerdeydi.
Alışveriş için Taksim'e çıkmıştı..
Bir anda kendisini öfkeli kalabalığın içinde buldu.
Çıkması imkansızdı..
O da kalabalıkla birlikte Ayia Triada'ya yöneldi.
Bu arada bir gaz tenekesini tekmeleyerek kullanılmaz hale getirdi..
Baltalarla kilisenin kapısını kırdılar..
Papazlara saldırdılar..
Kutsal resimleri, heykelleri, ikonaları, haçları, şamdanları kırdılar..
Tam gazı döküp kiliseyi yakacaklardı, polis kalabalığı dağıttı..
100 yıllık kilise son anda kurtuldu..
Aynı dakikalarda Galatasaray'daki Panayia İsodion Kilisesi'ne girenler İsa'nın gözlerini deldiler.. (1.Fotoğraf)
O gün İstanbul'daki 73 Rum Ortodoks kilisesi kullanılamaz hale getirildi.
*. *. *
İki günde onlarca Rum arkadaşım oldu..
Hepsi de Anadolu Rumu..
Bu toprağın insanı..
Çoğu 6-7 Eylül olaylarını yaşamış insanlar..
Çocukken başlarına geleni hatırlıyorlar.
O olaylardan sonra dünyanın dört tarafına dağılmışlar..
Atina, Selanik, Paris, New York, Ottowa..
İstanbul'da kalanlar da var..
Ama onlar azınlıktalar..
6-7 Eylül olayları ile ilgili paylaşımlardan sonra tanıştık çoğuyla..
Özelde yazıştık..
Saatlerce konuştuk..
Neler neler anlattılar..
Ne acılar, ne haksızlıklar..
İnsanlığımdan utandım..
Dikkatimi ne çekti biliyor musunuz?..
Yurtdışına gidenlerin çoğunda Türk halkına, Türk insanına karşı bir kin, nefret duygusu yok..
Aksine, çoğu "İyi komşularımız vardı" diyor.
Ama cumhuriyet devletine kırgın ve küskünler..
Sistematik olarak yok edildiklerine inanıyorlar.
Paris'te yaşayan birinin yazdıkları aynen şöyle.
"1942'te benim dedemi Naziler'in yaptığı gibi çalışma kampına götürmüşler.. Sabahtan akşama kadar demiryolu yaptırmışlar.. Dedem oradan döndükten sonra zatürreden ölmüş.. 1955'te de babamı sopalarla dövdüler.. Ömürboyu sakat kaldı.. İşyerini talan ettiler, fakir kaldık.. Dövenlerin fotoğraflarını gazetelerde bulduk, polise verdik..İlgilenmediler. Amcamlar ailemizi Paris'e yanlarına almasaydı yaşayamazdık.. Bizim suçumuz neydi?. Ne yapmıştık?"
* * *
Türkiye'de kalanlar ise tedirgin..
Özellikle AKP'nin iktidara gelmesinden sonra bu tedirginlik daha da artmış..
Bazıları yurtdışına gitmediğine pişman..
Biri şöyle diyor.
"Atalarım yüzlerce yıl bu topraklarda yaşamış.. Ben kendi öz topraklarımda bir yabancı gibi büyüdüm.. Bu ülkede hep istenmediğim duygusunu yaşadım.. Hep potansiyel bir hain olarak görünmek çok kötü bir duydu.. Bir örnek vereyim mesela. Almanya'da cuma namazına giden bir müslüman, caminin yanındaki Cafe'den bangır bangır müzik sesi gelse, ne düşünür?. İstiklal'deki kiliselerin yanındaki dükkanlara bir bakın.. Bizler kutsal günlerde ibadet ederken, onlar müziği sonuna kadar açıyor..Gidin diyorlar..Ailem 6-7 Eylül'den sonra gitmeye niyetlenmiş, sonra vazgeçmiş..Keşke gitselermiş."
* . *. *
Bir diğerininkinin sözleri gerçekten çok düşündürücü..
"En önemlisi de ne biliyor musunuz? Eski Türk filmleri; Cüneyt Arkın'lı, Kartal Tibet'li filmler (aşk filmlerinden bahsetmiyorum) o abuk kahramanlık filmlerinden bahsediyorum, hani yenilmez 500 kişiyi birden tek başına telef eder, bir kılıç darbesi ile 10 kışıyı öldürür falan. İşte o filmlerde sürekli gayri müslümler özellikle de hristiyanlar birer canavar olarak gösterildi ve tanıtıldı..Bunları bizler izlerken komik bulup gülüyorduk, ya cahiller? İşte onlar bunlara inanıyorlardı. Asıp keserek her şeyi elde edebileceklerini sanıyorlardı. Ayrıca da hristiyanlık veya musevilik aşağılık dinler gibi gösteriliyordu. İşte sonuç bugünlere getirdi."
* * *
Genele yazdığı için ismini açıklamaktan çekinmiyorum..
Karmen Çubukciyan'ın şu ifadeleri beni çok etkiledi..
"Ben 8 yaşındaydım, Bostancı'da yazlığa gitmiştik. Nasıl olduysa anneannem beni alıp İstanbul'a annemlere getirdi. Osmanbey'de oturuyorduk, gece sokakta bir gürültü ve bağrışmalar: "Bugün cam yarın kan" diyerek koşan bir güruh. Hepsi de siyah pantalon, beyaz gömlek giymişlerdi, ellerinde de sopalar...
Halaskargazi caddesinde ermeni bir mezeci vardı, dükkanın adı "Şeref" soyadını kullanmıştı dükkanına, ona bir şey olmadı, ama hemen yanında "kefere" olmayan birinin dükkanı tar ü mar edildi. Kristal avizeler v.b. satan bir yerdi ve camların ne kadar kolay kırıldığını tahmin etmek zor değil. İstiklal caddesinde Limoner eczanesi, sahibi koşmuş gitmiş; "ne yapıyorsunuz bunlar ilaç" dese de cevap ilginç "Türk hasta olmaz". Kurtuluş'da Rum kilisesinin kocaman çanı aşağı indirilmiş, Balıklı rum mezarlığında kabirler açılmış, ölülere dahi saldirılmış... Nasıl bir kin, nasıl bir nefret, nasıl bir sevgisizlik... Bir çok gayri müslim bu olaylardan sonra ülkeyi terketti. Annem babam da terketmek üzere harekete geçtiler ama sonra her nedense caydılar. 6-7 Eylül olayları, ülkenin mali durumunun yerle bir olmasına neden oldu. Resimlere baktığımda, sopa ellerinde nasıl bir iştahla kırdıklarını yüz ifadelerinden görebiliyorum... Düşünmekten yoksun, bir sürü vahşet ve kana susamış insan... Tüm o yollara saçılan eşyalar, kırılan dökülen ürünlerin tümü de döviz karşılığı yurt dışından ithal edilmişti. Ne oldu? Kırıp dökenler en fazla kendi ülkelerine zarar verdiler, kızıp nefret ettikleri "kefere"ler ise yurdu terkedip gidiverdiler... Olan Türkiye'ye oldu.."
*. *. *
Evet olan Türkiye'ye oldu..
Tek dil, tek din, tek bayrak, tek millet ve sonuç bu..
Maalesef bu topraklarda yüzyıllar boyu egemenliği eline geçiren, kendinden olmayanı hep ötekileştirdi ve ezdi..
Cumhuriyet devletinde de bu değişmedi.
Ermeniler, yahudiler, Rumlar, Kürtler, aleviler sistemli olarak sindirildi..
Komünist ve sosyalistler zaten en büyük düşmandı..
Anadolu'nun renklerini bir bir sildiler..
1930lı yıllarda Kemalizmin fikir babası, içişleri bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle demişti.
"Bu memleketin efendisi Türklerdir... Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı."
1942'de de dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu mecliste şöyle konuşmuştu.
"Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar, bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir."
Peki kimler Türk sayılacaktı?.
Cumhuriyet devletinin anlayışına göre bunun iki kuralı vardı.
Birincisi Türkçe konuşacak..
İkincisi sunni müslüman olacak..
Bu iki özelliğe sahip olmayan Türk sayılmazdı..
O yüzden 100 bine yakın Karaman Türk'ü, öz be öz Türk olmalarına ragmen ortodoks inançları nedeniyle yurtlarından sürgün edildi..
O yüzden aleviler her zaman itildi, kakıldı..
Ve o yüzden Ermeni, Yahudi, Rum ve Kürt vatandaş bile sayılmadı..
1915 Ermeni kıyımı..
1934 Trakya yahudi olayları..
1937 Dersim Harekatı..
1942 Varlık Vergisi ve çalışma kampları..
1955 6-7 Eylül olayları..
1978 Maraş Katliamı..
1980 Çorum olayları..
2007 Hrant Dink Katliamı..
2011 Uludere katliamı...
Ve daha onlarcası..
Dikkat edin, hepsinde mutlaka ama mutlaka devletin parmağı vardı..
*. *. *
Devletin 100 yıldan fazla uyguladığı bu ötekileştirme politikasından sadece Kemalist ve laik mahalle etkilenmiyordu..
Sosyalistler, komünistler, Kürtler, aleviler, azınlıklar büyük zulüm yaşarken, laik mahallede devleti haklı gören çoğunluktaydı..
Ama hep savunma ihtiyacı duymuşlardı..
"Cumhuriyet iyi ama yönetenler kötü."
Oysa cumhuriyet demek özgürlük demek değildi.
Onlar yan mahallelerinde yaşananlara duyarsız kalıyorlardı..
Yan mahallerinin feryadını eloğlu duyuyor, kardeşi duymuyordu..
Sonunda ateş onları da sardı..
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" sözünün ne kadar yanlış olduğu anlaşıldı.
Bugünün egemeni şimdi onlara da dokunuyor..
Kemalist ve laik mahalleye de girdiler..
Şimdi onlara da zulm ediyorlar.
*. *. *
Einstein'in bir kuramı var..
Diyor ki;
“Aptallara göre insanlar; ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, statü, renk, dil ve din başta olmak üzere sekizden fazla kategoriye ayrılır. Oysa olay bu kadar karmaşık değil. İnsanlar sadece ikiye ayrılırlar; iyi insanlar ve kötü insanlar.."
Ne kadar doğru bir söz..
Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi..
Veya sunni, alevi, katolik, ortodoks, musevi..
Ya da ateist..
Hiç fark etmez..
Sadece iyi insan ve kötü insan vardır..
Savaşları hep kötüler çıkarır, ne acı ki hep iyiler ölür..
O yüzden savaşın iyisi ,barışın kötüsü olmaz..
O yüzden iyiler savaştan yana olamaz..
Bugün 6-7 Eylül olaylarının 61'nci yıldönümündeyiz..
Tüm Rum arkadaşlarımın köklerindeki derin acılarını paylaşırken, diyorum ki;
Ζήτω η ειρήνη, ζήτω η αδελφοσύνη..
(Zito i irini, zito i adelfosini.)
Yaşasın barış, yaşasın kardeşlik..
Dostlukla kalın..
(Sedat Kaya, Datça)©
6 Eylül 2016
(*)Aya Triada: Rumca Kutsal Üçlü.. Baba, oğul ve kutsal ruh..
******************************************************************************************


Canlı tanıklar anlatıyor..
KIBRIS TÜRK'TÜR, TÜRK KALACAK.
RUMLAR İTTİR, İT KALACAK!.
“İstanbul alt üst oldu.
Varoşlar şehre indi...
Eylemlerin ardından yedi göbek Rumlar ülkeyi terk ettiler...
İstanbul’un eşsiz kültür mozaiği 6/7 Eylül olaylarıyla birlikte yerle bir oldu...
Şehir şehirlikten çıktı...
Taşralaştı...
Parlayan yangınlar etrafı sardı...
74 Rum Ortodoks kilisesinden 70’inde yangın çıktı...
Ortalıkta yangınları söndürecek ne itfaiye ne kargaşayı önleyecek polis vardı..
Meryem ana İkonları, yağ kandilleri, gümüş şamdanlar, buhurdanlıklar, haçlar, adak eşyaları, yağ kandilleri, tasvirler, mozaikler, freskler tuz buz olup ortalığa saçıldı...
Bu vahşet kasırgası 18.45 sularında Beyoğlu’nda koptu...
Çılgınlık tüm İstanbul’a ve Adalara sıçradı. ..
O arada kiliselerden başka, Havra, 8 Ayazma, 2 Manastır, 3584’ü Rumlara ait, toplam 5538 gayrimenkul, yıkıldı yağmalandı...
Fatih Sultan Mehmet’le başlayıp 500 yıl süren ‘mala, cana, ırza dokunmama’ geleneği iki saat içinde yok edildi.”
(Metin Toker)
*. *. *
"Varoşlardan akın akın şehre inen Türkler; binlerce yıldır birlikte yaşadıkları Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşlara ait ev ve işyerlerini birkaç saat içinde yakıp yıktılar, yağma ettiler...
Lebon, Markiz, Lion pastanelerini, Banco di Roma’yı; Beyoğlu, Arnavutköy, Bebek, Beşiktaş, İstinye, Yeniköy semtlerini dolaşan öfke Adalar’a kadar ulaşmıştı...
Göstericiler “Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır, Rumlar ittir it kalacaktır” diye slogan atıyorlardı sürekli." (Soner Yalçın-Doğan Yurdakul)
*. *. *
“Mardin Hıristiyanları Makarios ile özdeşleştiriliyordu. Makarios’a benzetilen bir eşek maketi Mardin’in ana caddesine konulmuştu. Eşeğin boynuna bir haç ve bir de çıngırak takıldı. Kahkahalar ile gülünürken şehirdeki Hıristiyan çocuklara bu çan zorla çaldırılıyordu. Vali ve Emniyet Müdürü’nün de geçtiği caddede kimse yaşananlara müdahale etmedi ..
Mardin ’deki 6-7 Eylül Olayları ’nda İstanbul ’daki “Kıbrıs Türk ’tür Türk” kalacak sloganı değişmişti..
Süryanilere "Ya Butrus ’un karısı Ya Kıbrıs ’ın yarısı”,
Ermenilere ise “Ya Bedros ’un karısı, Ya Kıbrıs ’ın yarısı” diye bağırılıyordu..
Bu gösteriden etkilenen Bedros Mellus çocukları ile birlikte Mardin ’den ayrılarak Suriye ’ye geçti. Evini olduğu gibi bıraktı."
(Rıdvan Eze)
*. *. *
“Mansur Tekin ile Cağaloğlu'ndan iniyordum..Öbek öbek kalabalık "Kıbrıs Türktür, Türk kalacak" diye bağırıyordu..
Daha bir sürü çirkin şeyler..
Selanik'te Atatürk'ün evi bombalanmış, intikam diyorlardı..
Oysa o ev Atatürk'ün doğduğu ev değildi..
Üvey babasının eviydi..
Kendi en fazla bir iki defa o eve gitmişti.." (Aziz Nesin)
*********************************************************************************
BUNLAR SALKIM SALKIM ASILACAK ADAMLAR.
Tarih; 11 Eylül 1955
Yer; Harbiye Sıkıyönetim Komutanlığı..
Saat: 11.00
Omuzlarında bol apolet olan çiceği burnunda orgeneral sanki bir birliği teftiş eder gibiydi..
Büyük salona girdiğinde, toplantıya çağrılan tüm medya yetkilileri esas duruşa geçmişti.
Oturun dedin.
Bir asker gibi oturdular..
General, herkesin gözününün içine tek tek baktı ve sert ifadelerle konuşmaya başladı.
"Hükümeti tenkit etmek yasaktır. Böyle bir şey yaparsanız gazetenizi kapatırım. Sıkıyönetim konularıyla ilgili haber yayınlayamazsınız. NATO devletleri hakkında siyasi haber, makale neşretmeyeceksiniz. NATO devletlerinin kendi aralarındaki ilişkilerle ilgili haber yayınlanması da yasaktır; yazan olursa kapatırım. 6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazılar ve yorumlar yasaktır; kapatırım. 6-7 Eylül olaylarında zarar görenlerin istekleri gibi yazılar yazamazsınız. Bu başımıza gelenler doğrudan doğruya komünistlerin hazırladığı bir hadisedir. Kızıl bir komplodur.. Yazılarınızda bunu gözden uzak tutmayın. Ona göre aklınızı başınıza toplayın. İşimizi güçleştirmeyin..
Bu solcular, salkım salkım asılacaklar.”
Konuşan İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Nurettin Aknoz'du..
*. *. *
4 gün öncesi..
Tarih 7 Eylül 1955..
Türk burjuvazisinin "Sermayeyi Millileştirmek" için yıllardır sergilediği kanlı tiyatronun son perdesi oynanıyordu..
Selanik'te Atatürk'ün evine atılan bir ses bombası sonucu İstanbul ve kıyı kentlerdeki Rumlar'ın evleri, işyerleri, kiliseleri, mezarları talan edildi..
İstanbul 1453'ten bu yana ilk kez böyle büyük yağma yaşıyordu..
Fatih Sultan Mehmet Konstantine'yi aldığında bu kadarına izin vermemişti..
Onunla 500 yıl süren " Mala, cana, ırza dokunma" sözü onun torunları tarafından iki günde çiğnendi..
10'dan fazla Rum öldürüldü, yüzlercesi yaralandı, kadınlara tecavüz edildi.
İki günlük talan sonunda sıkıyönetim ilan edildi ve ordu olaylara el koydu..
Saldırganlar milliyetçi, muhafazakar, dindar gruplardandı..
Asker ve polisten destek almışlardı..
Onlara dokunulmadı..
Hükümet, asker ve emniyet toplu halde komünistleri suçladı.
Başbakan Adnan Menderes meclis konuşmasında hedefi gösteriyordu.
"Kıbrıs meselesinden doğan bir milli galeyanın ortaya koyduğu birtakım tahribattan ibaret değildir. Katiyetle ifade ediyorum ki, şekilleriyle hazırlanmış olan büyük bir komünist darbesinin karşısında bulunmaktayız."
Ertesi gün gazetelerde de tüm suç komünistlerin üstüne yüklendi..
Zaten o dönem sıkıyönetim komutanı olan Nurettin Aknoz, tüm gazetelerin yazı işleri müdùrlerini toplayıp, talimat vermişti..
".6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazılar ve yorumlar yasaktır; kapatırım..Bunları yazın. Bu solcular, salkım salkım asılacaklar."
*. *. *
Ve düğmeye basıldı..
7 Eylül gecesi daha önce fişlenmiş olan komünistler tek tek tutuklanmaya başladı..
Liste 45 kişilikti..
Aralarında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Ratip Tahir, İsmet Selimoğlu, Emin Sekun, Ziya Tüzmen, Muzaffer Kolçak, Hadi Malkoç, Recep Yelkendağ, Tahsin Güzel, Fehmi Kurucu, Hasan Kaşarcı, Dr. Hulusi Dosdoğru, Dr. Müeyyet Boratav, Dr. Can Boratav, Dr. Nihat Sargın, İsmet Selimoğlu, Faik Muzaffer Amaç, Aslan Kaynardağ, Asım Bezirci, Ali Ertekin, Hasan İzettin Dinamo, Mustafa Börklüce, İlhan Berktay, Suni Büyük ve Ali Akça gibi isimler vardı..
Önce Sirkeci'de Sansaryan Han'daki Siyasi Şubeye götürüldüler..
İşkencede sorgulandılar..
Sonra Harbiye'de hücrelere atıldılar..
Dışarda askerler Harbiye Marşı'nı söylüyordu.
"Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle
Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle"
Ertesi gün tüm gazeteler ağız birliği etmişcesine aynı manşetleri attı..
"Kızıl tezgah.. Olayları çıkaran komünistler yakalandı."
Hürriyet, Milliyet gibi önde gelen gazetelerin köşe yazarları da, Nurettin Aknoz paşa'nın talimatına uyarak tüm suçun komünistlere ait olduğunu yazdı.
Ancak, yaklaşık 9 ay süren yargılama sonunda tutuklu tüm komünistler serbest bırakıldı..
Mahkeme hepsini suçsuz bulmuştu.
Hiç birinin olayla uzaktan yakından ilgileri yoktu..
*. *. *
Aradan 5 yıl geç.
Yıl 1960'dı..
27 Mayıs darbesi olmuş, Menderes Hükümeti Yassıada'da yargılanıyordu..
Mahkemede dönemin dışişleri bakanı Fuat Köprülü de sanıktı..
Köprülü Türkiye'nin NATO'ya girmesinde etkin rol oynamıştı..
Hakim sordu.
"6-7 Eylül olaylarını neden komünistlerin üstüne attınız?"
Köprülü cevapladı..
"Emniyet yetkilileri ve asker hükümete, olayların komünistler tarafından yapıldığına yönelik telkinlerde bulundu. O dönem İstanbul’da bulunan Amerikan İstihbarat Şefi, tahribat şekillerinin tamamıyla komünist tekniği ve usullerine uygun olduğunu ifade etti.. Böylece bakanlar kurulunda bu işi komünistlerin yaptı görüşü hakim oldu."
Fuat Köprülü tıpkı bugün Cumhurbaşkanı ve AKPli bakanlar gibi "Kandırıldık" demişti.
*. *. *
Cumhuriyet devletinin 100 yıllık geleneğidir bu.
Bir taşla iki, üç kuş vurmak..
İstiklal Mahkemeleri, Atatürk'e Suikast Davası, 6-7 Eylül, Yassıada, Maraş, Sivas, Ergenekon, balyoz gibi davalarda suçlu, suçsuz kim muhalefet ise torbanın içine atılmıştır..
Hükümetler değişir ama bu gelenek değişmez..
Bugün FETÖ soruşturmasında onlarca solcu, komünist, aydın, yurtsever, yazar, akademisyen, Atatürkçü de içeri atılıyor..
Kendilerinden olmayan kim varsa..
Koy sepete..
Yıllar sonra çoğunun suçsuz olduğu anlaşılacak..
Ve onları tutuklayanlar yine çıkıp "Kandırıldık" diyecekler..
Suçlular dışarıda elini kolunu sallayarak dolaşacak..
Günahsızlar aylarca, belki yıllarca hücrelerde esir edilecek..
Çünkü bu ülkede Aknoz Paşa'nın zihniyeti 93 yıldır hiç iktidardan inmedi ki..
*. *. *
1955 yılının 7 Eylül'de tutuklananlardan biri de Aziz Nesin'di..
Yıllar sonra yaşadıklarını "Salkım Salkım Asılacak Adamlar" kitabında yazdı..
Aziz Nesin şöyle der.
"Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, diyerek yaşattığınız yılanların bir sonraki hedefi siz olursunuz.."
Sonra da ekler.
"Sizler beni öldürmek isteyen bağnazlar ve yobazlardan çok daha kötüsünüz.. Çünkü onlar; sizlerin korkaklığı, yüreksizliği, ödlekliği, pısırıklığı, sünepeliği, ikiyüzlülüğü sayesinde var olmaktadırlar. Daha ne zamana dek susarak ödün vereceksiniz.."
(Sedat Kaya, Datça) ©

*********************************************************************************************************

61 yıldır temizlenmeyen bir kara leke..
ATATÜRK'ÜN EVİNİ BOMBALAYAN
ADAMI VALİ YAPTILAR..
Beş kişiydiler..
Beş farklı insan..
Biri öğrenci, biri patron, biri gazeteci, biri kaymakam, biri asker..
Oktay Engin, Mithat Perin, Gökşen Sipahioğlu, Hayretttin Nakipoğlu ve Sabri Yirmibeşoğlu..
61 yıl önce kaderleri ortak bir noktada buluştu.
1955 yılının 6-7 Eylül'ünden sonra hayatları birden bire değişti.
*. *. *
Tarih 1955 idi..
5 Eylül'ü 6 Eylül'e bağlayan gece..
Selanik'te Atatürk'ün evi bombalandı..
Türkiye olayı TRT Radyo'nun öğlen 13.00 haber bülteninden duydu..
Ardından İstanbul Ekspress Gazetesi "Yıldırım Baskı" yaptı..
Normalde 20 bin satan gazete o gün tam 290 bin adet basılmıştı.
Özellikle Rumlar'ın yoğun olduğu semtlerde dağıtıldı..
İstanbul Ekspress tam sayfa verdiği haberde "Atamızın evi bombayla hasara uğradı" başlığını kullandı..
Gazete bombayı Yunanlılar'ın attığını yazıyordu..
İşte ne olduysa bundan sonra oldu..
Ülkede "Rum Avı" başladı.
Başta İstanbul olmak ùzere sahil kentlerindeki Rumlar'ın işyerleri ve evleri talan edildi...
15 Rum öldürüldü, 300 kişi yaralandı..
30'dan fazla kadına tecavüz edildi..
4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile fabrika, otel, bar gibi 5317 mekan talan edildi..
Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildi..
İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
Rum ,Yahudi ve Ermeni mezarlıkları saldırıya uğradı..
İki gün süren yağma, talan ve linçten sonra sıkıyönetim ilan edildi..
Türkiye'deki tüm gazeteler olayda "Yunan kışkırtması" olduğunu ve Yunanlılar'ın Atatürk'ün evinin bombalayarak halkı tahrik ettiğini yazdı..
*. *. *
Yunanistan hükümeti olayın aydınlanması için hemen soruşturma başlattı..
Öncelikle Atatürk'ün evinde hiçbir hasar yoktu..
Atılan bir ses bombasıydı..
Üstelik görgü tanıkları vardı..
Yunan makamlarına göre Atatürk'ün evini iki Türk, konsolosluk görevlisi Hasan Uçar ile üniversite öğrencisi Oktay Engin bombalamıştı.
Hasan Uçar yardım etmiş, Oktay Engin bombayı atmıştı
İkisi de hemen tutuklandı..
Bombacı Oktay Engin 21 yaşında ve Batı Trakya Türklerindendi.
Türkiye'nin verdiği bursla Selanik'te hukuk fakültesinde okuyordu..
Bir süre sorgulandıktan sonra tutuksuz yargılanmak ùzere serbest bırakıldı..
Yunanistan dışına çıkması yasaktı ama nasıl olduysa Türkiye'ye kaçtı..
Yargılaması bittiğinde 3 yıl 6 ay hapis cezası aldı..
Yunanistan cezasını çekmesi için Oktay Engin'in hemen iadesini istedi..
Türkiye vermedi..
*. *. *
Oktay Engin Türkiye'ye geldikten sonra elini kolunu sallayarak dolaştı..
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ikinci sınıftan eğitimine devam etti..
Üniversiteye kayıt yaptırırken, Selanik'de eğitim gördüğüne dair geçerli belge getirmesi gerekiyordu..
Nedense ondan istenmedi.
Okurken İstanbul Belediyesi'nde maaşa bağlandı..
Mezun olunca kaymakamlık sınavını kazandı..
Çankaya kaymakamı oldu..
Ancak dönemin emniyet müdürü tarafından özel olarak istendi ve Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi İşler Müdürlüğü'ne atandı..
Eşi benzeri görülmemiş, inanılmaz bir terfiydi bu..
Bu göreve gelmek için en az 15 yıllık bir tecrübe gerekiyordu..
Acemi kaymakam Oktay Engin basamakları ikişer üçer çıkıyordu..
Sanki birileri "Yürü ya Oktay" demişti..
Ardından vali oldu..
Nevşehir Valisi..
Atatürk'ün Selanik'teki evini bombalayan adam artık bir Türkiye Cumhuriyeti valisiydi..
*. *. *
Ya diğerleri..
Oktay Engin'i hiç bir tecrübesi olmamasına ragmen siyasi şubenin başına getiren kişi Emniyet Genel Müdürü Hayrettin Nakipoğlu idi..
İlginçtir..
Hayrettin Nakipoğlu 6-7 Eylül olaylarının olduğu gün Beyoğlu kaymakamıydı..
Emniyet Müdürlüğü'nün ardından Adalet Partisi Kayseri Milletvekili oldu ve 1970 yılında İmar İskan Bakanlığı yaptı..
*. *. *
O gün "Atamızın evi bombalandı" manşetiyle yıldırım baskı yapan ve Rumlar'ın yoğun olduğu semtlerde dağıtılan İstanbul Ekspress gazetesininin sahibi Mithat Perin'di.
Olaylardan kısa bir süre sonra Demokrat Partiden İstanbul Milletvekili oldu..
Daha sonra Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı, Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Üyeliği, İstanbul ve İzmir Gazeteciler Cemiyetlerinin başkanlığını yaptı..
*. *. *
İstanbul Ekspress Gazetesi'nin o dönem ki Genel Yayın Yönetmeni ise Gökşin Sipahioğlu'ydu..
Yıldırım baskıyı hazırlayan kişiydi..
1960'larda SIPA Press'i kurdu..
Askeri kriz yaşanan ve kimsenin girmeyi cesaret edemediği ülkelere girdi..
Bu ülkelerden dünya medyasına fotoğraflar geçerek tanındı..
1969'da SIPA Press dünyanın en büyük fotoğraf ajansı seçildi.
SIPA Press olay çıkacak ülkelere daha önceden muhabir göndermesiyle ünlendi..
O dönem Sipahioğlu'nun MİT'in Avrupa'daki önemli kaynaklarından birisi olduğu iddia edildi.
Yıllar sonra patronu Mithat Perin, 6-7 Eylül'de Milli İstihbarat Teşkilatı'nın Gökşin Sipahioğlu kullandığını itiraf etti..
*. *. *
Beşinci kişi Sabri Yirmibeşoğlu..
6-7 Eylül'de 1.Ordu Komutanıydı ve Özel Harp Dairesi'nde (Seferberlik Tetkik Kurulu) görevliydi..
Sonra Özel Harp Dairesi'nin Başkanı oldu..
1974 yılında Kıbrıs'ta Özel Harp Dairesi'nin sivil direnişi örgütleyen lideri olarak nam saldı..
Sabri Yirmibeşoğlu'nun yıllar sonra "6-7 Eylül bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı." demişti.
23 Eylül 2010 tarihinde Habertürk gazetesine ise şunları söylemişti.
"Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp'te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs'ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela."
*. *. *
Beş kişiydiler..
Beş farklı insan..
Biri öğrenci, biri patron, biri gazeteci, biri kaymakam, biri asker..
Oktay Engin, Mithat Perin, Gökşen Sipahioğlu, Hayretttin Nakipoğlu ve Sabri Yirmibeşoğlu..
61 yıl önce kaderleri ortak bir noktada buluştu.
1955 yılının 6-7 Eylül'ünden sonra hayatları birden bire değişti..
Sanki Allah hepsine "yürü ya kulum" demişti..
Casus filmi senaryosu gibi değil mi?.
Casus filmi demişken..
6-7 Eylül olaylarının olduğu günler İngiliz Sunday Times Gazetesi'nin muhabiri de İstanbul'daydı..
Hem de İstiklal Caddesi'nde..
Olayların tam ortasında..
Üstelik Atatürk'ün evinin bombalandığı Selanik'ten yeni gelmişti..
Kimdi o biliyor musunuz?..
Ian Fleming..
"007 James Bond" karakterini yaratan dünyaca ünlü yazar..
Ve İngiliz istihbarat örgütü MI6'ın ajanı..
Herkese iyi haftalar dilerim..
(Sedat Kaya, Datça)©
*************************************************************************************
Sedat Kaya'nın fotoğrafı.

Sedat Kaya'nın fotoğrafı.


EFERE'NİN SESSİZ ÇIĞLIKLARI.
Yıl 1955'di..
Eylül'ün 6'sı..
İstanbul'da serin bir sonbahar akşamıydı..
Vural Öger henüz 13 yaşındaydı..
Dayısının elini tutmuş, İstiklal'de yürüyordu..
Rebul Eczanesi'nden limon kolonyası alacaklardı..
Ana cadde ve ara sokaklar o gün çok kalabalıktı..
Çevrede boş boş duran yüzlerce insan vardı..
Birden paltolarının altından kalın sopalar çıkardılar..
Cadde boyunca dağılıp, önce vitrinlere sonra da öfkeyle dışarıya fırlayan dükkan sahiplerine vurmaya başladılar.
Bir Rum başına aldığı darbeyle kan revan içinde çığlıklar atıyordu..
Sonrasını Vural Öger anlatıyor..
"Taksim’den Tünel’e kadar bütün dükkanlar tarumar olmuştu. Bir buçuk metre boyunda kumaşlar, buzdolapları, ev aletleri, çoraplar, sandviçler… Sopalarla dükkanlara giriyorlar, ne varsa kırıyorlar sonra da ‘Rum nerede Rum nerede’ diye dolanıyorlardı. Arkadaşlar anlattı, Taksim’deki kilisenin papazını tutmuşlar sünnet etmişler. Bütün Rum kiliselerine taaruz edildi. 17-18 papaz linç edildi.. Binlerce serseri ellerinde sopalarla Rumlar’ı dövmeye kalktı."
*. *. *
Anastasis Yordanoğlu, Beyoğlu'nda yaşayan bir Rum vatandaştı..
O gün her zamanki gibi mahallesindeki kahveye gitti..
Kahvenin sahibi kendisini çok severdi..
Yavaşça yanına yaklaşıp, kulağına fısıldadı.
"Antoncuğum sen bugün eve gitsen daha iyi olur.’ ‘
"Niye" diye sordu Anastasis..
Kahve sahibi tekrarladı..
"Sen beni dinle.. Acele et ve hemen evine git"
Sonrasını Anastasis Yordanoğlu anlatıyor..
" Birkaç cadde ilerledikten sonra ne olduğunu anladım. Baltalarla dükkanların kepenklerini ve evlerin kapılarını kırıyorlardı. Piyanolar, dolaplar camlardan aşağı atılıyordu ve bağırıyorlardı: ‘Bugün malınız mülkünüz, yarın hayatınız!’ "
*. *. *
İsabella Öztaşçıyan 7 yaşındaydı..
Kefere(*) Misak'ın kızıydı..
O akşam Büyükada'da papaz olan dayısının evindeydiler.
Hava kararmıştı..
Caddelerinde bir gürültü koptu..
Çöp kamyonunun üzerine çıkmış kişiler ‘papazı isteriz, papazı isteriz’ diye bağırıyordu..
Sonrasını İsabella Öztaşçıyan anlatıyor.
"Arabanın tepesine koydukları projektörle evlerin içine ışık tutuyorlardı, biz hepimiz evde yere yattık, ışıkları kapatmıştık ama çok korkuyorduk. Araba bizim kapıya doğru gelip durdu. Sonra birden bizim karşımızdaki evi taşlamaya başladılar, kapılarını pencerelerini kırıp döküyorlardı, içeride kimsenin olmadığını anlayıp gittiler. Ev bizim Türk eczacı komşumuzun eviydi. Sonra anladık ki adaya o gün dışarıdan gelen kişilermiş, zaten bütün ada bizi tanıyor ve evimizin yerini biliyordu, demek ki dışarıdan gelenler bizim ev için tam bir tarif alamamışlar.”
*. *. *
İsabella Öztaşçıyan'ın bulunduğu evin hemen yakınındaki Hamam Sokakta Lefter Küçükandonyadis oturuyordu..
Çok yoksul bir lağımcının oğluydu, Lefter..
Ama Milli Takımın ve Fenerbahçe'nin de yıldız golcüsüydü..
Ay Yıldızlı forma ile nice goller atmıştı..
Atina'da Yunanistan ağlarını bile sarsmıştı..
Yunanlılar ona "Turko,Turko" diye tezahürat yapmıştı..
Çöp arabasıyla dolaşan saldırganlar onun da evine geldi..
Araçtan inip taşlamaya başladılar..
"Vurun şu gavura" diye bağırıyorlardı..
Sonrasını Lefter Küçükandonyadis anlatıyor.
"Onbeş gün önce gol attığımda omuzlardaydım.. O gün ise kayalar ve boya tenekeleriyle karşılaştım...En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul'dan emniyet müdürü evime geldi. gece gördüğü manzara karşısında 'aman allahım' demişti."
*. *. *
Tuğgeneral Yılmaz Tezkan 1950 yılında Harbiye'ye girmişti..
İlk günden itibaren herkes gibi o da Harbiye Marşı söylemeye başlamıştı..
"Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,
Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız,
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,
Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız."
Harbiye'de onlar bu marşı söylerken, aynı binada Amerikalı yarbaylar bizim generallere danışmanlık yapıyordu..
Yağmalama ve linç girişimlerinden sonra sıkıyönetim ilan edildi..
Yılmaz Tezkan da olayların yatıştırılması için görev yapan askerlerden biriydi..
Gördükleri karşısında insanlığından utandı..
Rum vatandaşların evleri, bir tanesi bile atlanmadan basılmıştı..
İçindeki eşyalar caddeye atılmıştı.
Sonrasını Tuğgeneral Yılmaz Tezkan anlatıyor.
"Evlerinde oturanlar eşya enkazı içinden işe yarar olanları toplama çalışıyordu. Ufak bir kız çocuğunun bulduğu kolu bacağı kopmuş oyuncak bebeği annesine ‘Mama, Mama, buldum, buldum!’ diye seslenmesi ve gördüklerimiz utanılacak ve unutulmayacak bir manzaraydı."
*. *. *
Olaylar iki gün sürdü..
Azınlıkların yaşadığı tüm mahalle ve semtler talan edildi.
Saldırganların hepsinde aynı tornadan çıkmış sopalar vardı..
Saldırılacak yerlere otobüslerle getirilmişlerdi..
Organize idiler..
Asker ve polis iki gün boyunca saldırganlara hiç müdahale etmedi..
Sonrası..
15 gayri müslüm öldürüldü..
300 kişi yaralandı..
30'dan fazla kadına tecavüz edildi..
4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile fabrika, otel, bar gibi 5317 mekan talan edildi..
Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildi..
İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
Rum ,Yahudi ve Ermeni mezarlıkları saldırıya uğradı..
Yıkılan, yağmalanan işyerlerinin yüzde 59'u Rumlar'a, yüzde 17'si Ermenilere, yüzde 12'si ise Yahudilere aitti..
Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekanlar bile saldırıya uğradı..
Dönemin parasıyla 100 milyon lira maddi hasar oluştu.
*. *. *
İki gün sonunda İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'na Tuğgeneral Nurettin Aknoz getirildi..
Aknoz Paşa, ilk iş olarak Harbiye'deki Sıkıyönetim Komutanlığı'na tüm gazetelerin yazıişleri müdürlerini çağırdı....
Gelmeyenin gazetesinin kapatılacağı bildirildi..
Aknoz, toplantıda medyaya resmen emir verdi.
“Baylar, gergin günler yaşadık. Şimdi artık sinirlerin yatıştırılması lazım.. Çok dikkatli olacaksınız. Sizden şunları istiyorum. Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler halkı heyecanlandıracak nitelikte ise yazmayacaksınız. Yokluk ve kıtlık haberlerinin hepsi yasaktır. Örneğin fırınların önünde ekmek almak için sıra bekleyenlerin resimleri yayınlanamaz. Bu tür haberler ülkede panik yaratır. Hükümeti tenkit etmek yasaktır. Böyle bir şey yaparsanız gazetenizi kapatırım. 6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazılar ve yorumlar yasaktır; kapatırım...Olaylarda zarar görenlerin istekleri gibi yazılar yazamazsınız. Heyecana uyandıracak haber yayını yasaktır. Hükümetin icraatını etkileyecek türde yazı yazılması yasaktır. Türklüğe hakaret, bayrak yırtma gibi haberler gazetelere giremez; kapatırım. İkinci, üçüncü baskı yapamazsınız; toplatırım. Basına sansür koymayacağım. Yayıncılığı sizin insiyatifinize bırakıyorum. Doğru kullanamazsanız bana verilen yetkileri kullanırım. Sizin kötü bir alışkanlığınız var, aklınıza geleni yazıyorsunuz, yazamazsınız. Anadolu Ajansı’nın ve Radyonun yayınladığı her şeyi alabilirsiniz. Ona izin veriyorum. Bu başımıza gelenler doğrudan doğruya komünistlerin hazırladığı bir hadisedir.Yazılarınızda bunu gözden uzak tutmayın. Ona göre aklınızı başınıza toplayın. İşimizi güçleştirmeyin.”
*. *. *
Asker sopası etkisini göstermişti..
Türk Medyası artık kör ve sağırdı..
Gazeteler o dönem ülkeyi yöneten Menderes hükümetinin olaylarla hiç ilgisi olamadığı ve hiç bir kusurunun bulunmadığı yazıldı..
Dönemin CHP Başkanı İsmet İnönü, meclis konuşmasında Menderes hükümetine destek verdi.
"Demokrat Parti grubunun, olayları ciddi şekilde tartıştığını tespit ettik. Hükümetin anavatanın büyük bir tehlikede olduğunu idraki, partiler arası rekabete, üstün gelmiştir. "
Sonunda askerin dediği oldu, fatura komünistlere kesildi..
Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru'nun bulunduğu onlarca komünist tutuklandı..
Tutuklananlar üç ay sonra mahkemede suçsuzluklarını kanıtlayınca serbest bırakıldı..
Bir süre sonra dosya kapatıldı..
Yıl 2016..
İki gün sonra 6 Eylül..
Aradan tam 61 yıl geçti..
1955 yılında İstanbul'da sayıları 100 bini bulan Rum nüfusu, şimdi sadece yüzlerle ifade ediliyor..
Tarihimizdeki bu kara lekenin devlette kimler tarafından organize edildiği ve kaçan Rumlar'ın mallarına kimlerin el koyduğu hala büyük bir sır..
O dönem Özel Harp Dairesi'nde (Seferberlik Tetkik Kurulu) görevli olan, daha sonra dairenin başkanlığına getirilen ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği yapan Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu'nun yıllar sonra yaptığı şu açıklama ise hiç unutulmadı.
"6-7 Eylül bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı."
(Sedat Kaya, Datça)©
(*) KEFERE: Osmanlı döneminde müslüman olmayanları aşağılamak için kullanılan, kafir anlamındaki Arapça kelime.. Argo dilde "Oynak, güven vermeyen, terbiyesiz, arsız köpek, kötü adam" anlamına geliyor..