30 Mart 2015 Pazartesi

BUGÜN 30 MART "DÜNYA BİPOLAR GÜNÜ



HERKESİN ÖTEKİSİ: BİPOLAR / rabia mine
Ailenizde ve yakın çevrenizde duygudurumları ani iniş çıkışlar gösteren sevdiklerinize ne de kolay yapıştırıverirsiniz "dengesiz" yaftasını... Nasıl da kayıtsızca dışlayıverirsiniz onları yaşamlarının ve algılarının ezberbozan ritminden dolayı... Düşünmezsiniz ki, bazen o yafta, onların ölüm fermanı olur.
Teşhisi zor, mani ve depresyon nöbetleri yaşatan psikiyatrik bir "farklılıktır" bipolar bozukluk. "İki uçlu duygudurum hali" anlamına gelir. Lütfen, dengesiz diye kestirip attığınız yakınlarınıza bir kez de bu bilginin ışığında bakınız. Bir dönem neşe krizine kapılıyor, sonrasında da durgunluk ve karamsarlığı uç noktalarda yaşıyorlarsa "bipolar" olabilirler. Manik durumdayken konuşkan, özgüvenli, hatta yaratıcı ve üretkenlerken, depresif evrede ciddi bir endişe ve umutsuzluğun pençesinde kıvranırlar.
Bu yaşam ritmi, onların başta hak ettikleri kariyeri gerçekleştirememeleri olmak üzere, tüm yaşamsal cephelerde tırnak içinde "başarısız" olmalarına, tüm yakınlarını kaybetmelerine ve yanlış yorumlanmaları / yargılanmaları nedeniyle yapayalnız kalmalarına yol açar. İçine düştükleri / itildikleri çaresizliğin ve dışlanmışlığın son durağı ise büyük bir oranda intihardır.
Bipolar bozukluk "hızlı yaşa genç öl" veya "bak, yaratıcı şahsiyetler de bipolarmış" diyerek geçiştirilemeyecek kadar ciddiye alınması gereken bir durumdur. Evet yaratıcı şahsiyetlerin, sanatçıların tamamına yakını bipolardır; fakat unutmamak gerekir ki, yaratabilmeleri için sağ kalmaları gereklidir.
Şunu bilin ki, hiç kimse bir bipolar kadar öteki olamaz hayatın karşısında. Ne Kürt Türk'ün, ne Yahudi Alman'ın, ne hayvan insanın karşısında... Hiç kimse öteki olmanın acısını bir bipolar kadar hücrelerinde hissedemez.
Başta nietzsche, virginia woolf, sylvia plath, nilgün marmara olmak üzere, her gün sayfalarınızda bol keseden cümlelerini, dizelerini savurduğunuz ama haklarında hiçbir şey bilmediğiniz yazarların, sanatçıların, şu kokuşmuş hayata siktir çekip gidebildikleri için intiharlarına tapındığınız şairlerin yüzde doksanı bipolardır.
Bipolar sizin vicdanınızdır.
Bipolar empatiden yapılmış bir ucubedir size göre; herkesin, her şeyin, insanın, hayvanın, yaprağın, taşın, rüzgârın sesini, acısını iliklerinde hissedendir.
Bipolar sizin yarı kapalı algınızdır; görmek istemediklerinizi gören, duymak istemediklerinizi duyan, söyleyemediklerinizi söyleyendir.
Bipolar kralın çırılçıplak olduğunu bilen, her dakika bunu bağıran, ama sesini kimseye duyuramayandır.
Bipolarların intiharla ölüm oranları, istatistiksel olarak insanların kanserden ölüm oranlarından çok daha yüksektir. Çünkü bipolar herkesin ötekisidir! Ve şu zalim dünyada ötekisi olmadığınız tek bir insanınız bile olmadan yaşamak, her gün ölmektir.
Yeri gelip yaralı bir faşiste bile sırf insan olduğu için merhamet gösterilebildiği ve elbette ki gösterilmesi de gerektiği dünyada, duygu durumlarındaki ani iniş çıkışlar nedeniyle, o iniş çıkışların ne denli ölümcül acılar verdiğini bilseler bile, bunu asla umursamayan normal(?) insanlar tarafından en kolaya kaçılarak dengesizlikle yaftalandıkları için, yakınları da dahil hiç kimsenin acımadığı kimsesizlerdir bipolarlar.
Bir parça şefkatle en azından intihar etmelerinin önüne geçilebilecekken, iyi günlerinde hayal güçlerinden ve tutkuyla, aşkla dolu kalplerinden alınabilecek her türlü mutluluğun alındığı, ama düştüklerinde, sanki onlara o mutlulukları yaşatan aynı kişi değilmiş gibi, sanki vebalılarmış gibi bucak bucak kaçıldığı, ufacık bir desteğin bile akıl almaz bir vahşetle esirgendiği zavallılardır bipolarlar
Bipolar sizin yüreğinizin, vicdanınızın, aşkınızın, sevginizin, vefanızın, bipolar sizin devrimciliğinizin, insanlığınızın turnusol kâğıdıdır.
Bipolar olarak yaşamak, filistin askısında çürümektir.
Bipolar kanamalı bir hastadır, hiç kimsenin kan bağışı yapmadığı.
Bipolar dinmeyen bir çığlıktır, desibelinin şiddetinden dolayı kimsenin duymadığı.
Bipolar, dünyanın bütün tecavüzlerinin, çığlıklarının, cinayetlerinin, savaşlarının, soykırımlarının ve yalanlarının acısından geçerek tamamlanmış insandır.
Bipolar, ötekidir.
Bipolar, "görkemli kaybeden"dir.
Bipolar sizin aynanızdır, kendinizle göz göze gelmemek için intihar ettirdiğiniz!
Bugün 30 Mart Dünya Bipolar Günü. Lütfen bari bugün bu tarz davranışlar sergileyen sevdiklerinize başka bir gözle bakmaya çalışınız. Belki karşınızda bir pipolar göreceksiniz ve onu gerçekten seviyorsanız yardım edecek, yargılamadan destek olacak ve hayatını kurtaracaksınız.
Yarın çok geç olabilir ve kendinizi asla affedemeyebilirsiniz
- bipolarım ben..
- ne polar ne polar?
- bipolar..
- bipolar da ne ola ki?
- bacağı kırık bir yılkı atı düşün.. koşamayan.. sadece düşlerinde..
- ah yazıııııık, vurmak lazım..
- haklısın.. vuruyorlar zaten.
Rabia Mine
Nilgün Marmara (şair yazar)
Sylvia Plath (şair-yazar)
Virginia Woolf (yazar)
Albert Einstien (bilim insanı)
Nietzsche (filozof)
Sigmund Freud (psikiyatr)
Isaac Newton, (bilim insanı)
Victor Hugo (şair - yazar)
William Blake (şair-ressam)
Mozart (besteci)
Edgar Allen Poe (yazar)
Mark Twain (yazar)
Vincent van Gogh (ressam)
Walt Whitman (Şair)
Tennessee Williams (yazar)
Mel Gibson (sinema oyuncusu)
Francis Ford Coppola (yönetmen)
Kurt Cobein (müzisen)
Sinead O'Connor (müzisyen)
Robin Williams (sinema oyuncusu)
.

21 Mart 2015 Cumartesi

NEVRUZ



BİZDEN BAŞLAYACAK BÜTÜN BAHARLAR
bin dilde nevruz
bir sofrada söylendiğinde
bütün açlar doyup
bütün unutuşlar silindiğinde
bir kişi olsun insanlığı
insanlık bir kişiyi bile
ihmal etmediğinde
sofrayı birlikte kurup
hiç kaldırmadığımızda
uzaklardaki bize
biz uzaklardakine
bir ıslık kadar yakın
bir dere kadar usul
bir bebek kadar masum
kardelenin kışı bağışlaması
kadar olduğumuzda

dil kalktığında aramızdan
ırk kalktığında, sınır utandığında
kovulduğunda cümle haksızlık
insanlık yepyeni urbalar
ve şarkılar ve şarkılar
giyip sokağa çıktığında
dağlar saçımızı okşayıp
rüzgar harçlığımızı verdiğinde
nevruz gelmiş olacak
ve gitmemeye niyetler
yeryüzüne şenlikler
ve bir daha asla demeler
gibi yapışıp kaldığında kalbimize

bahar işte o zaman
yepyeni bir tanım halinde
dünyaya buyuracak:
haydi dön umudun topacı
dön ve çağır geriye
kalbi kırılmış
tüm çocukları!

Haluk IŞIK
21 Mart 2015, sabahın yelinde, direnYeryüzü

21 Mart Dünya Şiir Günü

İlk kez 1999 yılında UNESCO tarafından ilan edilen ve dünya çapında kutlanan Dünya Şiir Günü'nün amacı "farkındalık yaratmak ve ulusal, evrensel, bölgesel şiir hareketlerine taze bir enerji sağlamak"olarak nitelendiriliyor.

Şiirin sorgulayarak çeşitlilik yarattığını belirten UNESCO, dil çeşitliliğini kutlamak için bugünü şiir günü olarak ilan etmiş.


Şiir okumayı, yazmayı, yayınlamayı teşvik etmeyi amaçlayan Dünya Şiir Günü, önceleri 5 Ekim'de kutlanırken 20. yüzyılın sonlarına doğru 15 Ekim'de kutlanmaya başlanmış. Uzun süredir 21 Mart'ta kutlanan Dünya Şiir Günü, bazı ülkelerde halen bu tarihlerde kutlanıyor.


-------------------------------------------------------------------------------------------
21 Mart Dünya Şiir Günü Bildirisi, 2015 / Afşar TİMUÇİN
Şiirin ölüm kalım savaşı verdiği bir dünyada yaşıyoruz. Gerici güçler gerçek bilimi gerçek felsefeyi gerçek sanatı boğma yolunda bütün çabalarını ortaya koyarken ince bilge kırılgan şiir gökdelenlerin siyasetlerin çıkarların markaların adaletsizliklerin tankların altında eziliyor. Bir kazanma hırsıyla dünyaya ele geçiren sermaye herkese ileri teknoloji ürünleri pazarlarken şiiri de bütün gerçek değerlerle birlikte yok etmek istiyor. İletişim araçlarının yetkinliğine karşın yanlış bilinç üretmeyi görev bilenler yüzyılların getirdiği değerleri geçersiz kılmaya, parayı tanrı sayan bir uydurma değerler dizgesini yaşama geçirmeye çalışıyor. Evrensel cahillik her gün biraz daha yaygınlaşıyor kurumlaşıyor kökleşiyor saldırganlaşıyor. Hiçbir değer tanımama konusunda kararlı görünen dünya sermaye güçleri bu amaçlarını gerçekleştirme yolunda adım adım ilerlerken demokrat görünen demokrasi düşmanlarından, ahlak değerlerini her şeyin üstünde tutar görünen ahlak düşkünlerinden, devrimciliği kimseye bırakmayan kurulu düzen yardakçılarından alabildiğine destek görüyor.
Bu yüzden şiire bugün daha çok gereksinimimiz var. Kurtuluşun yalan yanlış tasarılarda, köksüz temelsiz düşlerde, ikiyüzlü ya da çokyüzlü ilişkilerde, basit ve bayağı siyasetlerde olmadığını, güçlünün eline bakmanın onursuzluk olduğunu bilenler dünyanın ancak şiirle, şiiri yaratanlarla ve şiiri özümleyenlerle kurtulabileceğini de biliyor. Şiir bize daha da insan olma yolunda neler yapmamız gerektiğinin öngörüsünü sağlıyor. Şiir bize kim olduğumuzu, insan için ne yapmamız gerektiğini, insana adanmanın nasıl bir şey olduğunu öğretiyor. Şiir kimseyi öldürmüyor, kendi için bir şeyler elde etmek istemiyor, insanlığı üçe dörde beşe bölmeyi düşünmüyor, insana güzelin yüceliğini duyururken aç yatan çocuklar için işsiz babalar için acılı anneler için daha doğru bir dünya kurmaya çalışıyor. Şiir insan olmanın ve insana adanmanın bilincidir. Şiir ışıktır umuttur savaştır inanıştır arayıştır. Şiir ün değildir unvan değildir zenginlik değildir, bir köşeyi tutmak bir yeri ele geçirmek ve orada cahilliğin ve çıkarcılığın saltanatını kurmak değildir. Kendilerini şiire adayanlar, yüce duyguların gerçek savaşçıları, gelin hep birlikte dünyayı şiirle kurtaralım, çünkü bugünkü koşullarda şiirden başka hiçbir şey bize aydınlıkların yolunu açacak gibi görünmüyor.


****************************************************************************************

Dünya Yazarlar Birliği PEN Türkiye Merkezi, usta şair Refik Durbaş’ın kaleme aldığı 21 Mart 2014 Dünya Şiir Günü Bildirisi

Kendisi de dahil hayata itirazdır.
Kendisine de karşıdır, itirazına da…
Savaşa karşı, ama kavganın yanında.
Barışa, özgürlüğe, vicdana taraftır.

Yolsuzluk, rüşvet yoktur defterinde.
Var oluşu baş eğmeyi reddinde.
Montaj, dublaj, kumpas bilmez.
Yazıldığı gibi yaşar anadilinde.

Edebiyatın isyankâr edepsizi,
Dünya halklarının ortak sesidir.
Düş ve gerçek, aşk ve karasevda
Bir de kendisi dışında her şeydir.

Şiir, şiirden başka bir şey değildir.

Refik Durbaş



********************************************************

ERAY CANBERK'İN 2013 DÜNYA ŞİİR GÜNÜ BİLDİRİSİ

"Şiir herkese tanıdıktır; herkesin bildiğidir. Kırgının fısıltısı, öfkelinin haykırışıdır. Şair de Fuzûlî’nin dediği gibi yoksul bir hükümdar, görkemli bir yoksul olabilir.

Şair herkes için de söylese, kendi için de söylese türküsünü sözcükler bir kere dizeye dökülüp şiir oluştu mu herkesindir artık şiir.

Şiirin ana maddesi dildir. Öteki yazın sanatlarının da ana maddesi dildir ama şiirinki daha da dildir! Çünkü şiirde her sözcük kendi anlamını aşar, gizilgüç anlamını sunar şiire.

Şiir düşüncelerle yazılmaz ama şiirsiz düşünceler de bir işe yaramaz. Şaire de şiirle yaşamak yetmez, şiirde yaşaması gerekir.

Tehlike anında kurtarıcıdır şiir. Karanlıkta birbirini yitirenler, yine birbirlerini bulmak için “Sese gel!” diye bağırırlar… Karanlık dönemlerde insanlığın kendini bulması için “Şiire gel!” diye bağırılmalıdır… Aydınlık dönemlerde ise zaten şiire gelinmiş demektir.

Bazı durumlarda ve bazı ülkelerde şöyle bir uyarıya gerek duyuluyor: “Dikkat! Lütfen şairleri ezmeyiniz!”

Şiir yazanların çokluğundan tedirgin olmamalı; şiir okumayanların çoğalmasından korkmalı"

********************************************************************


 2012 Dünya Şiir Günü Bildirimi 

PEN Şiir Ödülü’nü kazanan Sennur Sezer


Şiir çağın yankısıdır




Şiir, çağının seslerinin yankısını taşır: Kahkahalar, çığlıklar, ıslıklar… Aşk şarkılarına marşlar karışır, ağıtlara çocuk sesleri. Çok sesli bir korodur şiir, bir orkestra.

Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı.

Eskimeyen, yaşamaya övgüdür, adalete, aşka.

Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca.

Şairler söz ustasıdır. Anadildir ustalığın nedeni. Vay şairlere ana dilini yasaklayana. Vay insanlara şiiri yasaklayanlara! Her dilde aşağılanmalı insanın düş gördüğü dilde yazmasını, şarkı söylemesini engelleyenler. Onlar için sövgüler bile armağan sayılmalı. Adları silinmeli tarihten.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Şair bu sesleri işler olan gücüyle. Aşk şarkıları, yaşama övgüleri duyulsun ister şiirinde. Hıçkırıklar aşktan kopsun, bir ağlayış olacaksa çocuğun ilk ağlayışı olsun.

Ve kadınlar, sesleri yüzyıllardır savaşları lanetlemekten yorgun, ağıtlardan kısık, şiirler söylerler güzel günler için, rüzgâra karışır. Onlara şiir yazılmaz, yazılanlar aşka övgüdür belki.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Sokaklardan kopup gelen seslerin uğultusudur. Zafer şiirlerinde ölen askerlerin analarının ağıtı duyulur. Aç çocuk ağlayışları ve dul kadınların çığlıkları. Bu yüzden ürperir bu şiirleri okuyanlar.

Çağının seslerinin yankısı duyulur şiirde.  Şiirinde güzel seslerin yer almasını isteyen şairin işi zordur. Çünkü açlığı, savaşları durdurmak için uğraşmak zorundadır. O şairlerin seslerini duyarız, çocuk seslerine kulak verdiğimizde.











18 Mart 2015 Çarşamba

ÇANAKKALE ZAFERİ YÜZ YAŞINDA



Çanakkale zaferinin yüzüncü yılını kutluyorum ,Atatürk ve şehitlerimizi saygı ile anıyorum. Yüce Atatürk 'ün "Bizim evlatlarımız olmuşlardır " dediği işgalçi güçlerin askeri olarak gelip de dönemeyen askerlere de saygı ile anıyorum...

Onbinlerin okuduğu Diriliş 'te Turgut Özakman diyor ki:


İngiliz -Fransız donanmasını yenip geri döndürülen Kilitbahir ve Çanakkale 'deki tabyalarımızı gezereseniz ,buralarda toplardan ancak bir ikisininden  kalma birkaç parça görürsünüz.

Peki o tabyaları dolduran o büyük ,gazi 137 top nerede ?Buralardakii uzun ,kalın namlulu ,büyük gövdeli ,asansörlü ,raylı dev makineler ne oldu ?

Acaba buraları işgal eden İngilizler  ve Fransızlar ,bizim için tarihi değeri çok yüksek olan bu topları götürmüş olabilirler mi?

Hayır ,birkaçının namlusunu dinamit doldurup patlattılar. Öteki topların kamalrını çıkarıp denize attılar, böylece topları kullanılmaz hale getirmekle yetindiler.Götürmediler.İşgalciler  milli Mücadele sonunda yenilerek çekip gittikleri zaman bütün toplar yerindeydi.

Toplar sadece kamasız ,kullanılmaz durumdaydı.Ama zafer topları olarak bütün heybetleri ile yerlerinde duruyorlardı. varlıkları ile büyük zaferi anımsatıyor ,yaşatıyorlardı.Direncimizi ,kararlılığımızı ,dirilişimizi ,uyanışımızı ,kendimize gelişimizi ,toprağı nasıl vatan yaptığımızı temsil ediyorlardı.

Peki kim yok etti bunları ?
Biz !Evet biz  yok ettik.
1954 yılında Maliye Bakanı bu gazi topları ,yani tarihimizi hurda demir fiyatına bir hurdacıya sattı.Hurdacı da bütün topları kesti ,biçti ,söktü ,parçaladı ve götürdü.

Nusret mayın gemisini de sattık.
Peki ,Yavuz ?
Peki Hamidiye ?
Peki Muavenet ?
Peki Bandırma ?
Bunları da sattık ,söküp parçaladılar.
Peki Savanora ?
bunu da kiraladık.

Birini bile müze gemi yapmayı ,korumayı ,düşünmedik.Bu bilinçsiz ,nankörlük ,ruhsuzluk ,bu yakın geçmişimizi yağmalama  ,önemsizleştirme bu kadarla kaldı mı?
Hayır.
Gittikçe artıyor ,genişliyor ,büyüyor ,hızlanıyor.
bu durumu sanki bizimle ilgisi olmayan bir televizyon dizisi gibi seyretmekteyiz.
Biz diri ,canlı ,hayat dolu ,duyarlı ,dikkatli ,bilinçli ,bağımsızlığa aşık ,gururuna düşkün bir millettik.
Ne oldu bize?

Yoksa son yüzyıl içinde Çanakkale dirilişini ,milli Mücadeleyi ,o kutsal çılgınlığı ,zaferi ,ilkellikten ve bağnazlıktan kurtuluşu ,uyanışı ,aydınlanmayı çağdaşlaşmayı ,kadın özgürlüğünü ,cumhuriyeti ,dünyanın Türk mucadelesi diye andığı büyük macerayı yaşayan biz değil miydik ?Yoksa bunlar milletçe  birlikte gördüğümüz rüya mıydı? Şehitler ,gaziler,kahramanlar , o öldürücü acılar ,o emsalsiz sevinçler ,inanılmaz başarılar hayal miydi?
Hayır !
Hepsi gerçek.
Ama içerden dışardan söylenen ninnilerle,süslü kutlar ve göz alıcı şişeler içinde sunulan uyku ilaçlarıyla bizi yeniden uyutmaya çalışıyorlar.
Tarih son kez uyarıyor :
Uyuma ey Türk !
Dirliğin ,birliğin ,dilin ,benliğin ,tarihin ,yurdun ,adın bir kez daha giderse ,bir daha hiçbiri geri dönmez.

Turgut Özakman
DİRİLİŞ 
ÇANAKKALE 1915



ÇANAKKALE GEÇİLİR Mİ?
100 yıl önce, ülkesini kendi sallantıdaki iktidarı uğruna emperyalist paylaşım savaşına sokan, Alman emperyalizminin güdümünde bir kan ve ateş hattına süren saltanat makamı ve yönetim biçimi, bugün bir yalan rüya gibi allanıp pullanıp bu ülkenin önüne sürülüyorsa,
Bugün yine emperyalist ülkelerin Ortadoğu’daki petrol-doğalgaz kavgaları içine iktidar sahipleri de gözü kara giriyor, ülke topraklarında her yıl yüzlerce yabancı-yerli ortaklıklı şirkete maden arama ruhsatı, akarsular üzerine HES kurup doğal zenginlikleri yağmalama hakkı veriyor, yerli tarım ve hayvancılığı kurutup tüm memleketi baştan aşağı beton-asfalt imparatorluğunun cirit attığı bir alana çeviriyorsa, Çanakale geçilmez diyenler yanılıyor olabilir…
100 yıl önce, Alman emperyalizminin ortağı İttihat Terakki yöneticileri arka arkaya şirketler kuruyor, vagon ticaretinden götürdükleri ile varlıklarına varlık katıyorlardı…
“Haftada iki boş vagon karşılığı olarak, beşinci kol özel sermayenin bir memleketi nasıl soyup bedava sattığı ancak bizim devletçiliğimizle açıklanabilir: Vagon bir semboldür. Paşa mantığı: ‘İmkân-imkânsızlık’ deyince durur. İâşe yolunda kurulan ‘Milli Şirketler’, ‘ Esnaf Cemiyetleri’, ‘İslâm Banka’ları: yabancı finans kapitalin Türkiye’deki acente ve casus örgütleri durumuna girmiştirler. Hepsinin taptıkları emperyalist tekel: ‘Almanya ve Avusturya Satın Alma Şirketi’dir. Bu tek yabancı kumpanya, koca imparatorluğu, sömürge çiftliğinden daha masrafsız bir köle ülke yapmıştır. Milli kahraman hürriyet diktatörü paşaca: ‘(O ecnebi şirket), memlekette biricik alıcı (olduğundan), her malı dilediği fiyata alabiliyor… Milli banka ve tarım kredisi kurumları bulunmadığından… alınan bütün tedbirler yalnızca büyük suistimallere meydan veriyor… Cephane ve besi maddeleri taşınımından tasarruf edilen vagonların sayısı haftada iki üçü geçmiyordu. Bunlar da tabiî, ne Adana’daki pamukların, ne Ankara’daki yünlerin taşınmasına yetmiyordu. İltimas ve imtiyaz başladı. Vagon satın alınıyor ve satılıyordu.’ (Talat Paşa’nın Hatıraları, s 30)
Paşalarımızı tek üzen şey; iâşe işlerinde olduğu gibi vagon işinde de milletin soyulması, memleketin satılması değil, eski profesyonel ‘Tüccar’ zümresi dururken, yağmaya yeni zıpçıktı vurguncuların el koymaları idi. Yabancı sermaye, klâsik tefeci bezirgânlarla uğraşacağına, devletçiliğimizin buram buram yetiştirdiği ‘İhvan ve Rüfeka’ veya adamlarıyla suyun başını kesiveriyordu. Bütün yurdu, ‘Komisyon’ adı altında uşaklaşmış kapıkulu ajan ağlarıyla sarmıştı.”(Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, s 146-147)
İttihat Terakki ideologlarından Tekin Alp’in 1918 yılında yazdığı makale, dönemin halkçı yanları ağır basan Türkçüleri’nin kapitalizm karşısındaki duruşlarını ve sonuçta ortaya çıkmış duruma ilişkin yorumlarını ironik bir acıyla yansıtmaktadır. “Muharebeden (I. Dünya Savaşı –bizim notumuz-)evvel memleketimiz, Avrupa memleketlerine nisbetle fakir, kuvve-i istihsaliyyesi pek mahdut, terakki istitadı adeta mevkut idi. Böyle olmakla beraber orta halli adamlar nisbeten refahı hâl içinde imrâr-ı hayat edebilirlerdi. Dimağı veya kolları işleyen her fert nasılsa kendine meâr-ı maişet bulabilirdi. Avrupa’da icra-i tahribat eden kapitalizm usul-ü iktisadîsi bizde henüz ahz-ı mevki’ edememişti. Binlerce, yüzbinlerce efrâd-ı beşerin bir iki sermayedarın tahakkümü altında bulunduğunu görmüyorduk. Halbuki bugünkü millî iktisatla orta halli adamlar için geçinmek imkânı kalmamış, halk tabakaları hemen kâmilen fakr-u zarurete mahkum olmuştur. Milli iktisadımızı vücuda getiren amiller umumî serveti arttırmak suretiyle bütün efrâd-ı milleti mes’ut ve bahtiyar etmeye çalışacak yerde umumi servetin zararına olarak bazı fertleri lüzumundan fazla zengin etmiştir. Orta halli adamların senelerden beri dişten tırnaktan arttırarak beş on kuruşluk sermayeler yavaş yavaş talihin, tesadüfün, yolsuz bir takım ahvâlin meydana çıkardığı bir takım adamların ceplerine akıp gitmiş ve bu suretle harb zenginleri namıyla maruf bir sınıf-ı gayr-ı mümtaz vücuda gelmiştir.” (Tekin Alp, ’Milli iktisat’ ve ‘milli burjuvazi’ siyasalarının ilk on yılının sonunda. Yeni Mecmua, 1918, sayı 59, s 133-134, aktaran T. Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, s, 197-198)
Bugün olup bitenin 100 yıl önce olandan ne farkı var acaba?
O gün, Anadolu’nun yoksul çocukları dört yön an altı cephede “din-iman” uğruna savaşlara sürülmüş, Alman emperyalizminin İngiliz- Fransız emperyalist güçlerinden güneşin altında kendi yerini isteme kavgasının bir parçası durumuna getirilmişti. Almanlarla açıktan ve gizlice yapılan anlaşmalar, planlar, Sarıkamış’ta 90.000 canın kar ve soğukta kırdırılması yetmemiş Alman denizaltılarının boğazlardan geçmesine izin verilerek ülke kanlı bir savaşın içine sokulmuştu.
Bugün de çevre coğrafyalardan yurdumuza sızmaya başlamış bir kör dövüşü içinde, "din-iman" uğruna kan dökülüyor, ocaklar söndürülüyor.
Çanakkale Savaşı’nı çıplak elle, dişle tırnakla kazanarak ülke topraklarını emperyalist güçlere karşı koruyan, ÇANAKKALE GEÇİLMEZ adlı bir destan yazan halkının yaralı nabzını ellerinin altında tutan Mustafa Kemal, binlerce kilometre uzaktan karşıt emperyalist saflarda savaşmak için gelmiş ve uzak diyarlarda şehit düşmüş Anzak gençlerini de bağrına basmıştı. "Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar, burada dost bir vatanın bağrında bulunuyorsunuz. Huzur ve barış içinde uyuyun. Sizler mehmetçikler ile yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını bu savaşa gönderen analar, göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim çocuklarımız olmuşlardır."
Bugün ülkeyi yönetenler ise, en insanca haklar için gösteri yapan kendi ülke yurttaşı masum gençlerin canını polis mermileriyle aldırmakla kalmıyor, kendileri yanında anne ve babalarını da kalabalıklara yuhalattırarak düşmanlıkları körüklüyor.
Şimdi herkes sormalı kendisine “Çanakkale geçilir mi?”
18 Mart 2015, Alper AKÇAM

11 Mart 2015 Çarşamba

BERKİN'siz BİR YIL

SEN BERKİN ANNEM - rabia mine
sanki bilmişsin de koymuşsun
anneciğim adımı
güçlü ol, kalk demek
sağlam dur demek berkin
Berkin yavrum!
Berkin yavrum!
ne olur berkin yavrum!
ikiyüzaltmışdokuz gün ve gece
yalvardın amma
affet beni anneciğim
daha küçücüktüm
berkinemedim
yekinenler karanlıkta kalktılar
kalplerinde bir cehennem yaktılar
çocukları mışıl mışıl uyurken
elvanını sıcağından çaldılar
onlar öldürmeye yekindiler de
affet beni güzel annem
ben senin kollarına
berkinemedim
gözlerinin önünde
bir mum oldum eridim
sen ağladın
ben yaşına direndim
ikiyüzaltmışdokuz gün dayandım
amma
affet beni anneciğim
dirilip de gül bağrına
berkinemedim
şimdi gidiyorum ekin olmaya
bütün annelerde Berkin olmaya
ben berkinemedim
sen berkin annem
elvanının ölümü
tekin olmaya!
13 Mart 2014
İzmir Güzelbahçe Berkin Elvan Heykeli
Heykeltraş: Cumhur Ata Türk

BİZ UZUN ÖLÜRÜZ - rabia mine
Mezara girdiği gün değildir insanın öldüğü gün, bedeninin mezar olduğu gündür. Bu ölü doğanlar ülkesinde biz uzun ölürüz.
Kiminin buz tutmuş köy yollarından, kiminin ise neon ışıklı Nişantaşı bulvarlarından gelip girdiği aynı sınavlarda geleceğimiz çalındığı gün ölürüz!
Yaşamakla, onursuzlaşmak arasında tercih yapmak zorunda kaldığımız ilk yol ayrımında, içgüdüsel olarak yaşamayı seçtiğimiz gün ölürüz.
Tarlalarımızı, bağ-bahçalarımızı devletin karanlık plânlarının uzantısı üç kuruşluk "teşvik primleri" karşılığında ekip biçmekten vazgeçerek bilmeden ruhumuzu sattığımız gün ölürüz.
Daha sekiz-on yaşlarındayken, daha tüylerimiz çıkmamışken, düğün denilen telli duvaklı pornografik-histerik-toplumsal kurban ayinleriyle kırk yaşındaki adamların altına sürüldüğümüz gün ölürüz.
Aşağılık ikiyüzlü toplumsal ahlâkın pompaladığı cinselliklerini nerelerine sokacaklarını bilemeyen erkeklerin kendilerine neredeyse "hak" gördükleri tecavüzlere uğradığımız gün ölürüz.
Sevdiğimiz adamlar tarafından dövüldüğümüz gün ölürüz.
Çocuklarımızı büyütebilmek için çalmak, kadın ya da eşcinselsek yaşayabilmek için tek çare bedenlerimizi satmak zorunda kaldığımız gün ölürüz!
Soykırımlara, toplu katliamlara, sürgünlere maruz bırakıldığımızda, köylerimiz yakıldığında, sevdiklerimiz faili meçhul edildiğinde, dillerimiz yasaklandığında, dinimiz, cinsiyetimiz, yoksulluğumuz aşağılandığında ölürüz, ölürüz, ölürüz, ölürüz! Uzun uzun, yana yana, tüte tüte, ölemeye ölemeye ölürüz!
Bazılarımız dayanamaz, uzun ölmemek için kavgaya gireriz; biz de, şubede filistin askısına asıldığımız, eşimize tecavüz edilişini seyrettirildiğimiz gün ölürüz.
Ölülerimizi ölüm oruçlarına sokarız sonra bazılarımız, daha iyi ölebilmek için!.. Bir ölü daha iyi ancak uzun ölebilir! Uzun uzun ölürüz! Uzun uzun ölürüz!
Ve en çok da, bizi öldürenlerin hiç utanmadıklarını, en ufak bir vicdan azabı duymadıklarını, bilakis kötülüklerini göğüslerini gere gere birer gurur madalyası gibi taşıdıklarını gördüğümüzde ölürüz.
Alışkınız biz uzun ölmelere...
Ama hiç böyle uzuuun ölmemiştik!
Hiç böylesine mesnetsiz, böylesine şizofren bir gerçek dışılıkla böylesine uzun ölmemişti bir çocuk ve o çocukla birlikte binlerce insan!...
Berkin vurulduğu gün biz de vurulduk! Daha önce ölmeyen binlerce insan daha eklendi uzun ölenler listesine!..
Berkin'imiz tam iki yüz altmış dokuz gün ve gece öldü!
Hiç duydu mu bilmiyorum annesinin "ne olur dön bana yavrum!" diye yalvaran sesini ve dönemediği için hiç ağladı mı bilmiyorum ölüm uykularında, ama, dilerim duymamıştır, dilerim ağlamamıştır!
Ah Berkin'imiz çok uzun öldü!
Ve biz de Berkin'imizle birlikte EN UZUN ÖLDÜK!
Ahımız gökyüzünü yırtsını! Razıyım, biz uzun, çok uzun, daha uzun ölelim!
Ama katilleri ölemesin!
Onlar, ölmek için yalvarsınlar ama ÖLEMESİNLER!
***********************