24 Kasım 2014 Pazartesi

12 Kasım 2014 Çarşamba

BİR DEMET PAPATYA...// Ayten Mutlu ŞAİR RÜŞTÜ ONUR'UN ANISINA


BİR DEMET PAPATYA...// Ayten Mutlu
ŞAİR RÜŞTÜ ONUR'UN ANISINA
Bir süredir içim burkularak okuyorum şiirlerini. 22 yıla sığan kısacık yaşamının ve senin zamanda hâlâ silinmemiş olan izlerini bulmaya çalışarak. Salah Birsel senin için “uzunca boyluydu esmer, yağız bir yüzü vardı. Sevgisine hiçbir sınır çizmemişti. Onu bol bol dağıtıyordu mektuplarında kendinden çok çevresindekilerden, arkadaşlarından laf açardı” diyor.
Ne yazık ki mahzun bakışlarını gizleyemeyen soluk bir fotoğrafından başka bir suretini bulamadım. Gerekmiyor da zaten. Ben bir şairin şiirlerinde gizlenip şiirleriyle kendini ifşa ettiğine hâttâ haykırdığına inanırım. Şiirlerinin pek çoğuna ulaşamadım. Ama bulabildiklerim, senin yaşama olan tutkunu, sevincini ve hüznünü ve böylesine erkenden gitmek zorunda kalmasaydın, Garip şairleri arasında dörtnala şiir koşturacak olan sağlam şiir bilgini anlamama yetti. Evet içim burkularak okuyorum şiirlerini ve birr kez daha şaşıyorum hayatın bu denli acımasız oluşuna. Kemal Uluser, Muzaffer Tayyip Uslu’ya yazdığı bir mektupta şiire gönül verme serüvenini şöyle anlatıyor;
“... Onunla nasıl tanıştım. Kastamonu Lisesi’nde idik, o vaktin iyi sanat dergilerini getiriyor, sınıflara dağıtıyordum. 4-B’de 113 Rüştü bu dergilere en candan bir ilgi gösteriyor, ay başlarını iple çekiyordu. Günlerden bir gün Sabahattin Batur, elinde bir şiir, çıkageldi. ‘Bu dedi, bizim Rüştü’nün bir mecmuada neşrettirmek istiyor, ne dersin?’ Bu manzumecik henüz ilk adımlarını atıyordu. Bir dergide boy gösterecek kadar değildi. ‘Bana kalırsa dedim, şimdilik neşretmesin.’
O günden sonra onların mütalaasında geceleri Sabahattin, O, ben toplanır, en arka sıraların birinde şiirden, şairden konuşur, gece nöbetçisinin bilmem kaçıncı ihtarıyla ancak yerimizden kalkar, yataklarımıza giderdik.
Çingenelere bayılırdı. Onu ne vakit arasam çingene mahallesinde bulurdum. ‘Bilmezsin Kemal’ derdi, ‘Bu insanlarda hayat bambaşka. Ben gerçek yaşamayı onlarda buldum.’ Osman Kaygılı’nın ‘Çingeneler’ine galiba bunun için tutkundu.
O sıralarda gene ‘Muhakkak bir şiir kitabı çıkarmalıyım’ diye tutturdu. Günlerce çıkaracağı kitabın neşesiyle gezdi durdu.
Ama göremedin kitabını. Eline alıp sıcacık bir somun gibi koklayamadın. Eğer görebilseydin, elinde kitapların caddelerde koşturacak, çocuklar gibi sevinç çığlıkları atarak hoplayıp zıplayacak ve şehrin bütün insanlarına dağıtacaktın, biliyorum. Garip şiirinin manifestosunu getiren posta gemisini Zonguldak limanında karşıladığında büyük bir heyecan ve ürpertiyle çarçabuk okuyarak, 1941 yılında Salah Birsel’e yazdığın bir mektupta : “Mektubunuzu ve Orhan Veli’nin Garip adlı eserini aldım. Bugün benim için bayram oldu. Garip çok güzel. O benim kitabım oldu. Ve ben onu parasız herkese dağıtmak gibi bir his duyuyorum. Bir gün limanda veya istasyonda kucağımda bir yığın Garip olduğu halde beklesem. Ve yeni çıkan yolculara bu şehrin insanlarını tanımaları için birer tane versem. Ondan herkeste olsa. Bende olduğu gibi… Emin ol Salah, şiirden hiçbir zaman, bugünkü kadar bahsetmedim. Ve beni bugün saat 4′te caddeden bir çocuk gibi koşarak, hatta zıplayarak geçtiğimi görenler garip buldular. Evet artık ben Garip’im. Süleyman Efendi’yle akrabalığımız anadan geliyor.” demiştin ya, işte öyle. Ama ne yazık hayat bu kadarcık bir sevinci bile esirgedi senden.
Sen ki buruk ama yaşama sevdalı bir yürek taşıyordun göğsünde. O yürek şimdi bize bıraktığın dizelerin arasında çarpmaya devam ediyor. Ne kadar da sevgi dolu üstelik. İşçileri, neyin varsa hepsini ona bırakacak kadar denizi, geceleri,kabuğunun içindeki midyeyi, kuşları, kovanındaki arıyı, insanları, mızıka çalmayı, çingeneleri, güzelim dünyayı ama ille de Mediha’yı, hani şimdi Ortaköy Mezarlığı'nda boğazın mavi sularına karşı, yanında gömülü olduğun “o ince dal gibi kızı…nasıl da sevmişsin… Öylesine bir sevdaymış ki, ancak on gün dayanabilmişsin onun gidişine.. Muzaffer Tayyip demiş ki, "Rüştü'nün karısı esmer bir Beşiktaş kızı idi, kocası onu anlatırken 'dal gibi' derdi. Annesi şimdi, Beşiktaş'ta siyah başörtüsü ile marul satar, durur. Her görüşümde kızını mı hatırlar, damadını mı bilmem, gözleri nemlenir. Yaşadığımdan utanır gibi olurum." İşte bu esmer Beşiktaşlı kızı nasıl da sevmişsin!
Geçen gün Şair Leyla Sokağını aradım Beşiktaş’ta. Buldum.Soydan turşucu dükkanını, Beşiktaş köftecisi ve Beşiktaş spor Kulübünün ilk amigosu kafa Sabahattin'in işlettiği köfteci dükkanını, Beşiktaş köftecisinin hemen karşısındaki pasajda yer alan müthiş korsan cd dükkanını da gördüm. Ama arabacığında yanında nişanlışıyla salatalık satan kimseye rastlayamadım.Sen yoktun. Sebze sattığın tezgahın da yoktu. Bulabilseydim seni neler konuşurduk hayata dair. En çok da şiire dair. Ne diyordun Salah Birsel’e yazdığın bir mektupta: "Biz her gün sıtma geçiriyoruz. şiir sıtması. daha doğrusu nöbet geliyor." Devrek’de bir büstün olduğunu duymuştum. Aslında sen Beşiktaşlı da sayılırsın. Beşiktaş’daki şairler parkında neden senin de bir heykelin, en azından bir büstün ya da şiirlerinden birkaç satır yok?
Beni rahat bıraksa,
Toprağın altında kertenkele
Kabuğun içinde kurt
Ve uyusam
Mavi bir deniz ortasında başım.
Diyorsun bir şiirinde. Bu ölümü nasıl bir ürküntü ve benimsemeyle içselleştirmedir? Hem de 40’lı yılların yoksul yaşam koşulları ve yoksunluklar ortasında 18 yaşında yakalandığı tüberkülozun bir Azrail gibi kılıcını her an boynunda gezdirmekte olduğunu bilerek bir memnuniyet şiiri nasıl yazılabilmiş?
Memnuniyet
Benden zarar gelmez
Kovanındaki arıya
Yuvasındaki kuşa;
Ben kendi halimde yaşarım
Şapkamın altında.
Sebepsiz gülüşüm caddelerde
Memnuniyetimden;
Ve bu çılgınlık delicesine
İçimden geliyor.
Dilsiz değilim susamam
Öyle ölüler gibi
Bu güzel dünyanın ortasında.
Hakkındaki yorumlardan biri şöyle “Eğer rahmetli onur,22 yaşında ölmeseydi,bugün Orhan Veli kadar büyük bir şair olabilecek kadar yetenekliydi.bu görüşü bir çok edebiyatçı paylaşıyor. günlük konuşma dilinin rahatlığı, yalınlığı ile. Şiir dilindeki bu tutumu, onun dizelerine insanı hemen kucaklayan bir sıcaklık ve içtenlik katar. 1940’lı yıllarda şiirimizde başlayan ve o zaman “Garip Akımı” diye adlandırılan şiir akımının önemli birer temsilcisi sayıldı”
En çok içimi acıtan da, Oktay Rifat’a, Melih Cevdet’e, en azından Orhan Veli’ye verilen zaman kadarının bile hayat tarafından senden esirgenmiş olması…
19.2.1940 tarihli bir mektubunda şöyle demişsin: “Ben daracık kalıplar içinde kalacak değilim. Hem ben hece ile yazarken bile şekli unuttuğum çok olmuştur. Bugün öz sanat Cahit Sıtkı, Sabahattin Kudret, Cahit Saffet, Orhan Veli ve arkadaşları, hatta Ahmet Muhip gibi genç elemanların elinde olgunlaşacaktır.”
Orhan Veli’ye gönderme yaptığın bu şiir bir meydan okumaydı yeteneğinin farkında olan bir şair olarak;
SEN
Yağmur ol, bulut ol, şarkı ol
Yalnız esirgeme kendini bizden.
İçinde yüzdüğün denizden
Daha derindir gecemiz
Kemal Uluser, Muzaffer Tayyip Uslu’ya yazdığı bir mektupta senin için; “Şiiri taparcasına benimsemişti. Düşüncesiyle, eti ve kanıyla sanatın malı olduydu. En güzel şiirleri yazacağına kani idi” diyordu.
Ne yazık ki, yazamadığın şiirler de Ortaköy mezarlığına gömülüp gitti seninle beraber.
Rahat Uyu Sevgili şair. Furuğ’un dediği gibi eminim şimdi sen toprağa, yağmura, ve cümle yaradılmışa okuyorsundur bizden zamanın esirgediği şiirlerini. Belki bana da fısıldarsın birkaçını. Sana bir gün bir demet papatya ve birkaç şiir getirdiğimde.
Bekle beni olur mu?
Ayten Mutlu
Kaynak:https://www.facebook.com/ayten.mutlu.351/posts/530499083752041