28 Şubat 2013 Perşembe

KİTAP


 Günbegün  kitap sansür haberleri ile karşılaşıyoruz. Dünyaca ünlü şair ve yazarlarımızın kitapları ,şiirleri sansür denilen kıyımdan geçiriliyor .Bahaneler hazır "müstencen" miş...Kurt suyun başını tutmuş aşağıdaki kuzuyu tehtit ediyor "suyumu bulandırırsan seni yerim" kuzu aşağıda kurt yukarıda ,nasıl bulandıracakmış kuzucuk suyu!...Ama kurt kafaya koymuş ; kuzuyu yiyecek bahane rastgele...Ülkeyi yöneten yetkili ve etkli makamlar doksan yıldır ne varsa silip süpürmeye kararlılar; bugün kitap olur yarın resim ,öbürgün müzik ...Sansürle sansürle ve yok etsinler... !


 Yakılma ,sansür, yasak ,suç unsuru gibi nedenlerle kitap okuyanımız son otuz yılda giderek azalırken yakın tarihimizdeki iki olayı anımsıyor ve önemsiyorum...Olaylar 1940 lı yıllarda "Türk Rönesansı" olarak adlandırılan  "Köy Enstitüleri "döneminde yaşanmıştı. Anadolu köylerinde yakılan aydınlanma ışığı kitap okumalarla ışıl ışıl parlıyordu. Gerçekten karanlıklar aralanıp kurtuluş gerçekleşecekti ama yakılan ışıklar palazlanamadan söndürüldü.

File:Lytras nikiforos antigone polynices.jpeg

""1941 Yılında İkinci Dünya savaşının en şiddetli yaşandığı bir süreçte Ege Bölgesinde 
Balıkesir yakınlarında denetlemelerde bulunan dönemin Cumhur Başkanı İsmet İnönü 
dönüş yolunda karşılaştığı fakir bir köylü çocuğunu durdurur.Çocuğun kıyafeti ve ayağındaki
 çarık onun ekonomik durumunu zaten yeterince göstermektedir.Çocuğun yanında
 resmi arabanın durması arabadan inip ona doğru yaklaşması çocuğu heyecanlandır.
 İsmet İnönü çocuğa yaklaşır ve elinde taşıdığı azık torbasında ne olduğunu sorar
Çocuk torbasını açar ve gösterir. Torbadan çıkanlar bir parça köy peyniri, bayatlamaya
yüz tutmuş ekmek ,soğan ve zeytinin yanında Milli Eğitim Bakanlığı Klasiklerinden olan
Sophocles'in Antigone'udur. Çocuğun babası yol parası olarak verdiği parayı kitaba yatırmış ve 12 km lik yolu yürümeyi tercih etmiştir Bunun üzerine İnönü yanındaki
Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman'a dönerek"ekmeğin yanında kitap .ne zaman yurttaşımız ekmekle kitabı tutabilecek bir düzeye
ulaşırsa Türkiye o zaman gerçekten kurtulacaktır." "



"Bedri Rahmi Eyüpoğlu 1940 yıllarında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsün'de karşı-
laştığı bir olayda okuma alışkanlığının her her şart altında nasıl yaşandığını gözler önüne serer Gecenin bir yarısı ahırlardan bir ışık geldiğini görür.Merak eder ve yaklaşır
 okulun kocabaş hayvanlarının barındığı ahırda bir çocuk görür.Gece nöbetinde ,elinde bir kitap vardır. Shakespeare okuyordu .Okuduklarını da ertesi gün oynadıkları
 piyeste gördük 13-15 yaşında fakir bir köylü çocuğunun bu kadar olumsuz şartlarda 
Dünya Tragedyasının usta yazarı Shakespeare okuması inanılır gibi değil ama gerçek..."

Ekmeği ,kitabı ,sanatı bir türlü yanyana aynı düzeye getiremedik; demek ki kurtulamadık karanlıktan. Her gecenin sabahı olur ,her karanlığın aydınlığı  bekliyelim umutla...Belki yarın ,belki yarınlarda...


Arzu Sarıyer

26 Şubat 2013 Salı

HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL


26 Şubat ölüm yıldönümünde saygı ile...





"Ekinim var harmanınm yok"

çağla dalda pıtırak
yiyek yiyek oturak
boş mu geçsin günümüz
maniye mani katak

kata kata katılmış
sata sata satılmış
bu ne biçim düzen bu
çağ dışına atılmış

ocağım var aşım yok
gömütüm var taşım yok
dost ağlar düşman güler
devletim var işim yok

abece görmemişem
okuma bilmemişem
kulak duyar göz görmez
bu gözü neylemişem

vuran vurdu bize oy
gurbet koydu bize oy
biz toprağa doymadık
toprak doydu bize oy

ayranım yok içmeye
yol bulamam geçmeye
su başları tutulmuş
oy veririm seçmeye

kerpiç kestim güneşe
kuruttum köşe köşe
yel yıktı sel götürdü
beyler çöküştü başa

fareye sıçan derler
vurguna kaçan derler
yatana sahip çıksan
sen kimsin haçan derler...

Hasan Hüseyin KORKMAZGiL

"O zaman yirmi üçtü yaşım. Kimsesizdim. Avukatım bile yoktu. Anamı bile göstermediler bana. Bir gecede ağardı saçlarım. Her türlü namussuzluğu gördük. Bir başka yıldıza atılmış gibi yalnızdım. Neyini anlatayım? " demişti şair Hasan Hüseyin. İlk ve son resmî görev yeri olan Afşin Ortaokulu'ndaki 6 aylık öğretmenliğinin tanığı, öğrencisi Yaşar Kaynak anlatıyor.


KOMÜNİSTMİŞ GÜLÜŞÜ GÜZEL ÖĞRETMENİM

Ahmet Özer

Kimi insanların yaşamında ilginç rastlantılar söz konusudur. Bir otobüs yolculuğunda birdenbire rahatsızlanır; inmek zorunda kalır, en yakın hastaneye kaldırılırsınız. Bir de duyarsınız ki az önce indiğiniz otobüs bir uçuruma yuvarlanıvermiş; yolculardan kurtulan olmamıştır.

Bir kente atanırsınız. Yazmaya okumaya tutkunsunuz. Bir de bakarsanız bir sanatçının kiracısı olmuşsunuz.

Ya da ne bileyim bir vapur yolculuğunda bir insanla tanışırsınız, bir süre sonra tanıştığınız kişinin size gönderdiği kitaplar ufkunuzu geliştirir.

Bu düşünceler ışığında aklıma eğitimci-yazar O. Nuri Poyrazoğlu geliyor. Adana'da okuduğu yıllarda bir gün sınıflarının kapısı açılıyor, iri kıyım genç bir insan içeri giriyor ''Ben yeni öğretmeniniz Kemal Sadık Göğçeli'' diyor. Tanınmış adıyla Yaşar Kemal, uluslararası romancımız. Düşünün, duyarlı bir öğrencinin bundan sonraki yaşamını...

Raşit Kemali (Orhan Kemal) olsun. Balaban olsun, bu değerlerimizi Bursa Cezaevi'nde Nâzım Hikmet'le yatmamış olsalardı; bugünkü yerlerine ulaşabilir miydi? Hiç sanmıyorum.

Kimi insanların yaşamını değiştiren, onları gelecekte farklı noktalara ulaştıran ilginç rastlantılar söz konusudur. Bu rastlantılar, herkesin her yerde karşısına çıkabilecek durumlar değildir. İşin gerçeği zamanın, koşulların, ortamın insana ve zaman neler hazırlayacağı hiç bilinmiyor.

Burda söyleşimizin damarına girelim biraz. Hasan Hüseyin'in nerede, ne zaman ne kadar öğretmenlik yaptığını kimler bilir. Öğrencilerinden yüksek öğrenim gören olduğunu hiç duyanınız olmuş mudur?

Bu yazıda, işte bu perdeyi araladık.

Hasan Hüseyin üzerine gerek sağlığında gerekse ölümü sonrasında pek çok yazı yazıldı. Şair Mehmet Aydın yaşamı ve yapıtlarını ayrıntılı olarak ele alan bir yapıta imza attı. Eşi Azime Korkmazgil, Türküleri Yakanlar'da anlattığı bir büyük destanın kahramanı eşi Hasan Hüseyin'di, onunla olan birlikteliğiydi.

26 Şubat 1984 günü yitirdiğimiz bir güzel ozanımızdı Hasan Hüseyin.

26 Şubat 1998 günü, onun ölümünün üzerinden tam 15 yıl geçmiş olacak.

Bu değerli ozanı bir öğrencisinden dinlemeye ne dersiniz.

Önce, Hasan Hüseyin'in öğrencisi olma onurunu kazanmış bir edebiyatçının yaşam çizgilerine bakalım.

***

Yaşar Kaynak bir edebiyat öğretmeni. 1938'de Maraş'ın Afşin ilçesinde doğmuş, ilk ve ortaokulu Afşin'de okumuş; lise öğrenimini Maraş'ta yapmış; sonrasında, askeri okullarda Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yapmak amacıyla askeri öğrenci olarak DTCF Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenim görmüş. Fakülte sonrasında; İstanbul Kuleli Askeri Lisesi'nde, Ankara Mızıka Astsubay Hazırlık Okulu'nda, Balıkesir Teknik Astsubay Hazırlama Okulu'nda öğretmenlik yapmış; Genelkurmay Harp Tarihi ATS Başkanlığı'nda görev yaparak, 1994 yılında albay rütbesinden emekli olmuş. Şimdilerde Bilkent Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak Türk dili dersleri veriyor.

Şimdi biraz gerilere, yarım yüzyıl ötelere dönelim. Yıl 1950'dir. Yaşar Kaynak 12 yaşında doğduğu yer Afşin'in adını taşıyan ortaokulun bir öğrencisidir. Kaynak, burada öğrenci olduğu dönemde, gencecik bir öğretmenin öğrencisi olur. Gazi Eğitim Enstitüsü'nün Edebiyat Bölümü'nü bitiren 23 yaşında bir genç, 1950'de Afşin Ortaokulu'na Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır, ilk ve tek resmi görevi Afşin Ortaokulu Türkçe Öğretmenliği olan bu gencecik insan, ilerinin ünlü şairi, Hasan Hüseyin Korkmazgil'den başkası değildir.

Korkmazgil'in 6 aylık öğretmenliğinde öğrencisi olma onurunu taşıyan Yaşar Kaynak, onun, ortaokul sonrasında öğrenim gören tek öğrencisi olma olanağını bulur.

Yaşar Kaynak'a o yılları sormadan, sözü Hasan Hüseyin'e verelim.

"Maraş'ın Afşin ilçesi ortaokulunda 1950 sonuna kadar öğretmenlik yaptım. Halk sevdi beni. Ozanlar, dizinler söylediler benim için. Tutuklamalar başlayınca Göksun ilçesine sürdüler beni. Kasaba ayaklandı. Karları yara, yara at sırtında, Göksun'a gittim. Üç hafta sonra, bir gece yarısı basıldı evim. Tutuklandım. Hapishaneye konuldum. 141-142. maddelerden yargılandım. ''Mahkûm'' edildim. Vatandaşlık hakkımı aldılar elimden. Dizinlerim, oyunlarım, notlarım, kitaplarım gitti!.. Meclis kararıyla Nevşehir Hapishanesi'ne götürüldüm. Bir Ermeni kilisesiydi bu. Taştı. Soğuktu. Dağ başındaydı. Barışseverler Derneği üyelerinden bazılarını ve Aziz Nesin'i getirdiler oraya. Tanıştık.

Gece gündüz Maraş dağlarında kelepçeli yürütülmeler, gazyağlı paçavrayla yakma girişimleri, kaçıyor diye vurdutma oyunları... Hangisini niçin anlatayım?

O zaman yirmi üçtü yaşım. Kimsesizdim. Avukatım bile yoktu. Anamı bile göstermediler bana. Bir gecede ağardı saçlarım. Neyini anlatayım? Her türlü namussuzluğu gördük. Neyini anlatayım? Bir başka yıldıza atılmış gibi yalnızdım. Neyini anlatayım? Yıllarca işsizlik ve vatansızlık yaşadım. Neyini anlatayım? Karayollarına ''amele'' yazıldım, üç gün sonra kovdular. Neyini anlatayım? Yirmi yedi ay er olarak, çanta sırtta, askerlik yaptım. Neyini anlatayım? Hapishaneden çıkarıp kışlaya gönderdiler. Neyini anlatayım? ''Okuması, yazması, görüşmesi, konuşması yasaktır'' dediler. Neyini anlatayım?

Hapisliğim bitti. Bırakmadılar. ''Asker kaçağısın'' dediler. Okula hiç ara verememiş, beş buçuk aylık öğretmenken hapse tıkılmış, yılları parasız yatılıkla geçmiş bir kimse nasıl olur da ''asker kaçağı'' sayılır?

Candarma karakolunda yatıp kalkmaya başladım. Günler geçiyor. Ne olacak sonum, belli değil. Ürgüp üzerinden Kayseri'ye götürdüler, tutuklu. Askerlik muayenem yapıldı. Döndük. Yanıma iki candarma, hadi yallah İstanbul'a, Birinci Ordu emrine! Harbiye'ye çıkarttılar beni. Koydular bir odaya. Bir subay sorguya çekti beni. İyi bir subaydı. ''Karnın aç mı?'' diye sordu. ''Biz seni Birinci Ordu'da tutamayız'' dedi. Selimiye Kışlası'nın hapishanesine attılar beni. Fareler kedi kadar! Helaya girmek yiğitlik. Kıçını kapıyorlar insanın. Yattım orada bir süre. Günlerden sonra, Haydarpaşa'ya götürdüler, bana ayrılmış bir kompartımana soktular, ayak bileklerimden bağladılar kanepeye. Kollarım zaten bağlı. Ve iki muhafız. Yolcular beni azgın bir deli sanıyorlardı. Eğlenceli bir işti? Tren beni böylece Sıvas'a götürdü. Sıvas'ta yapacaktım askerliğimi. Tümene, tabura, bölüğe teslim ettiler beni." (Hasan Hüseyin ''Yaşam Öyküsü'', Türkiye Yazıları, Sayı: 14, Mayıs 1978)

***

Hasan Hüseyin'in öğrencisi Yaşar Kaynak'la birlikteyiz. Ona, öğretmeni Hasan Hüseyin'i soruyorum. 1950'nin Afşin'ine düşsel bir yolculuğa çıkmasını istiyorum.

Hasan Hüseyin, bildiğimiz kadarıyla 6 aya yakın bir öğretmenlik yaptı. Öğretmenlik yapması türlü nedenlerle engellenince, bu mesleğe olan sevgisiyle, hakkı yenilmiş bir insanın iç sızılarını birlikte taşıdığını iyi biliyorum. Bunu, onu yakından tanıyan biri olarak söyleyebilirim. Dostluğundan, şairliğinden esintiler almanın onurunu taşıyorum. Şunu sormak istiyorum: İlerde yaşayacağı binlerce acının başlangıç noktasında Gazi Eğitim Enstitüsü'nü bitirmiş 23 yaşlarında bir edebiyat öğretmeniyle tanışmanız nasıl oldu?

Hasan Hüseyin'i aradan yıllar geçmesine rağmen iyi anımsıyorum. 12 yaşında bir çocuktum. Doğduğum ilçenin, Afşin'in adını taşıyan ortaokulun bir ya da ikinci sınıfta olmalıydım. O yıllarda fazla öğretmenimiz yoktu. Çoğu derslerimize vekil öğretmenler gelirdi. O sıralar okulumuza bir Türkçe öğretmeninin atandığını söylediler. Kimdir diye merak ettik. Kendisiyle tanıştık. O günkü görünümü gözlerimin önünde: Siyah, kıvırcık saçlı; güzel giyimli, yakışıklı bir insan...

Okulunuzla ilgili biraz bilgi verebilir misiniz?

Okul iki katlıydı. İlçenin tek ortaokuluydu. Öğretime açılışının üzerinden sanırım 1-2 yıl geçmişti. O zamana kadar ilçede ilkokulu bitiren öğrenciler, okuma amacıyla Afşin'e 30 km. uzakta bulunan Elbistan'a giderlerdi. O zaman bugünkü kadar araç olmaması nedeniyle, günübirlik gidiş olmaz, gidenler orada ev tutar kalırlardı.

Sınıfta ders veren Hasan Hüseyin'le ilgili neler anımsıyorsunuz? Öğretmenliği, öğrencilerle ilişkisi, farklılığı...

Derslerimizde şiir okuyuşunu hiç unutmuyorum. Şiir okurken kelimenin tam anlamıyla kendinden geçerdi diyebilirim. İlerde yakından tanıdığım, şiirlerini okuduğum Hasan Hüseyin'in; o yıllarda yazılar, şiirler yazıp yazmadığını bilmiyorduk. Şair olduğuna dair bir bilgimiz yoktu. Ancak o yıllarda da yazdığını sanıyorum. Ders kitaplarındaki şiirlerin yanı sıra sınıfa başka kitaplar da getirir; bizlere okurdu. Biz de onun okuyuşuna özenir, onun gibi okumaya çalışırdık. Şiir sevgisini ondan almışım diyebilirim.6 aylık öğretmenliğinde onu çok sevmiştik. Örnek bir insandı. Onun bir öğretmen olarak bizlere fazlasıyla verdiğinin ''sevgi'' olduğunu söyleyebilirim.

1950'nin Anadolu'sunun bir ilçesine atanan, şiiri seven, etkileyici bir kişiliği olan böyle bir insana özenmeniz oldu mu? Ona bakarak, ilerinin okumuş, önemli görevlere ulaşmış bir insanı olmayı düşündünüz mü? Sözgelimi öğretmen olmak içinizden geçti mi?

O yıllar çocukluk yıllarımız... Herkesin bir ideali vardır. Bildiğim kadarıyla, biz onu önder bir tip olarak görüyorduk. Konuşmasıyla, söyleşisiyle... Öğrencileriyle sürekli söyleşirdi. Babalarımızın, annelerimizin ne iş yaptığını sorardı. Aile durumumuz hakkında bilgi edinirdi. Bunları zaman zaman derste gerçekleştirirdi.

Şiire tutkun bir öğretmenin öğrencisi olmak, nasıl bir duyguydu?

Bizlere sürekli şiir okuturdu. Bana da bir iki kez şiir okuttuğunu iyi anımsıyorum. Şiir yazmanın çok güzel olduğunu, şiir yazan insanın hem duygusal hem de gerçekçi olabileceğini söylediğini yaşım küçük olmasına rağmen hâlâ çok iyi anımsıyorum.

Ne tür şiirler okuyarak sizde etkiler uyandırırdı?

Anımsadığım kadarıyla, o yıllarda Anadolu'da milliyetçilik duyguları, yurt sevgisi hayli gelişmiş bir düzeydeydi. Onun da bu duygulara hitap eden şiirler okuduğunu iyi anımsıyorum. Hatta bir seferinde ''Dört nala gelip uzak Asya'dan / Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim / Bilekler kan içinde dişler kenetli ayaklar çıplak / Ve ipek bir halıya benzeyen bu toprak / Bu cehennem bu cennet bizim (...) dizelerini okumuştu. Şiir çok hoşumuza gitmişti. Çok sevmiştik. Şiiri kimin yazdığını söylemedi. Daha sonraları şiirin Nâzım Hikmet'e ait olduğunu öğrendik.

Sınıfta iyi şiir okuyan arkadaşlarınız olur muydu?

Evet. Sınıfta olduğu gibi, bir bayram günü de 4-5 arkadaşımıza şiirler okutmuştu. Şiir okumamızı çok isterdi. Kendisi evde hazırlanır gibi gelir; şiirler okurdu. Şiir okurken, burun deliklerinin genişleyip açıldığını çok iyi anımsıyorum. Bir yerde kendinden geçerdi. Burada yinelemek isterim, o yıllarda gördüğüm en yakışıklı insandı Hasan Hüseyin.

Sınıfta ya da okulda, bir şiir günü düzenlemiş miydi?

Düzenlemeye fırsatı olamadı. 6 ay kadar öğretmenlik yaptı. Daha sonra tutuklanarak okulumuzdan alındığını öğrendik. Onu okuldan almasalardı bizler onu örnek alarak çok daha iyi yetişirdik. Dilimiz Türkçeyi daha o yıllarda sevmeyi öğrenirdik. Şiir okumamız için sınıfta gruplar oluşturmuştu. Sürekli tiyatronun güzelliğinden söz ederdi. Bizler tiyatronun ne olduğunu bilmezdik. Tiyatronun toplumun eğitilmesinde çok büyük etken olduğundan, şiirin insanın duygularına seslendiği için insanı yumuşattığından, yonttuğundan söz ederdi.

Kimi öğretmenler, derslerini daha bir yalınlaştırıp, söyleyeceklerini daha da anlamlı kılarak, öğrenciyi bilgi yoğunluğuna boğmaktan kaçınırlar. Hasan Hüseyin'in bu anlamdaki öğretmenliği üzerine neler söylemek istersiniz?

Anımsadığım kadarıyla ders programına fazla bağlı kalmazdı. Ders kitaplarında olmayan şiirler, makaleler getirirdi sınıfa. Getirdiği makalelerden biri sanırım Nurullah Ataç'ındı. Güzel bir makaleydi. Dil üzerine yazılmıştı. Severek okumuştuk.

Hasan Hüseyin bizlerle çok kısa bir zaman kalmasına rağmen, üzerimizde derin izler bırakmış bir öğretmendi. Şiir okuma, şiir yazma yönünden, olaylara bakış açısından etkiler bırakmıştı. Orada üç yıl kalsaydı; çok işler başarır, çok şeyler öğretirdi bizlere. Bizlere olduğu kadar çevreye de sonsuz katkıları olurdu. Bırakmadılar... O, kişiliğiyle insanı sanata yöneltecek bir öğretmendi.

Evi neredeydi, ilçede nerede kaldığını biliyor muydunuz?

İlçede ev tutmuştu. Fizik öğretmeni Mustafa Rolan'la birlikte kalırlardı. Sonradan bu öğretmeni de tutukladıklarını öğrendik. Hasan Hüseyin'in ilçede değişik meslekten insanlarla dostluk ilişkilerinin olduğunu duyardık.

Neden tutuklandığı üzerine bir bilginiz oldu mu o sıra?

O günün şartlarında ona komünist dediler. Elbistan Cezaevi'ne götürdüklerini öğrendik. Hayli üzülmüştük gidişinden.

Onun böyle nitelendirilmesi karşısında, sizler ''komünist olduğu halde bunu nasıl anlayamadık'' gibi bir duyguya mı kapıldınız; yoksa iyi oldu böyle bir adamı buradan uzaklaştırdılar'' diye mi düşündünüz?

Komünizm bizlere yıllar boyu hep öcü olarak tanıtılmıştı. Bu durum karşısında da Hasan Hüseyin'i öcü olarak düşündük. ''Vay dedik, bu öğretmen de komünistmiş meğer, bunun için tutuklamışlar onu.'' Kendisine komünist denilmesi bizi uzun uzun düşündürmüş, şaşırtmıştı.

Sizin dışınızda ne gibi durumlar oluştu?

Bizlerin üzülmesine karşılık, komünist olduğunu ifade edip, bu duruma sevinenler de oldu. Bunu biraz da o günkü koşullara göre değerlendirmek gerekiyor. Olay, büyük sansasyon yarattı... O günler herkes bu olayı konuştu. ''Hasan Hüseyin adlı Türkçe öğretmeni komünistmiş meğer, tutuklamışlar onu. Çocuklarımızı zehirleyecekti. Gitmiş çok şükür'' diyenler oldu. Onun gidişiyle, yerine bir vekil öğretmen verdiler. Oysa ona çok alışmıştık. Çok aradık onu.

Ona bağlanmanızı nasıl yorumlarsınız?

Bir kere o yıllarda, çok güzel giyinen bir kişiydi, genç bir öğretmendi. Elbisesinin ütüsüne dikkat ederdi. Belirttiğim gibi simsiyah, gür saçları vardı. Bende bıraktığı en etkili tarafı gülüşüydü. Gülüşünü sevdiğimi söyleyebilirim. Çok güzel gülen bir insandı. Öyle güzel gülen bir insan daha anımsamıyorum.

Lise öğreniminizde, askeri öğrenci olarak fakültede öğrenim gördüğünüz yıllarda, asker öğretmen olarak Türk dili ve edebiyatı dersleri verirken, kuşkusuz onu yakından izlediniz. Yıllar sonra onunla karşılaşıp bir özlem giderme durumunuz oldu mu?

Üniversite yıllarımızda bir şiir matinesine gelmişti. Gidip elini öptüm. Durumu, Afşin Ortaokulu'ndan öğretmenimiz olduğunu anlattım. Beni anımsamaya çalıştı, arkadaşlarımızdan birkaçının adını verdi, benim gibi öğrenim görüp görmediklerini sordu. Yazdıklarını, şiirlerini okuduğumu söyleyerek hocam neler yapıyorsunuz? diye sorduğumda, ''Biliyorsunuz öğretmenliğimi elimden aldılar. Ben sicilli bir adamım'' demişti. ''Hocam siz bizim gönlümüzde yer etmiş bir insansınız'' demiştim.

O yıllarda birlikte olduğunuz arkadaşlarınızdan sonradan onunla ilgili anılarını anlatan oldu mu?

Birkaç arkadaşıma sordum, ancak onu iyi anımsayamadılar. Ben biraz da onu, yazınsal çalışmalarını yakından izlediğim için unutmadım diyebilirim.

O yıllarda salt ona değil, onun konumunda olan pek çok aydına, şaire, yazara, ressama daha doğrusu düşünen insana büyük haksızlıklar yapıldığı bir gerçek. 12 yaşındaki bir çocuğun belleğinden bir şey sökülüp atılamadığı ortada! Ya o insanın yüreğinden koparılanlar?.. Bu konuda neler düşünmüşsünüzdür?

Sonradan çalışmalarını izleyince, şiirlerini, yazılarını okuyunca Hasan Hüseyin'in harcandığına inandım. Yazık oldu. O eğer harcanmasaydı, çok işler başarabilecek bir insandı. Şiir alanında çok güçlü bir şair olduğunu biliyorum. Her zaman söylerim, Hasan Hüseyin'in önü kesilmeseydi, çok başarılı bir insan olarak, çok iyi yerlere gelebilir; öğretmenlik mesleğindeki başarılarıyla iç içe, sanat alanında sivrilebilen pek çok öğrenci yetiştirirdi. Kim ne derse desin o örnek bir insandı. 6 aylık öğretmenliğinde bile bile bunu kanıtlamıştı. Son olarak şunu ekleyeyim: Ortaokul yaşamımda birçok öğretmenim oldu, ancak onu anımsadığım gibi hiçbiri aklımda kalmadı.

Hasan Hüseyin gibi bir şairin öğrencisi olmak gerçekten onur duyulacak bir durum. O sınıftan bugünkü noktaya ulaşmış tek kişisiniz. Yarım yüzyıl öncesinin anılarıyla bizi iç içe kıldığınız için içten teşekkür ederiz.

Anısına saygılar sunuyorum. Hasan Hüseyin gülüşü güzel öğretmenim benim.

cumhuriyet dergi. 28 ŞUBAT 1999

Daha fazla bilgi için:
http://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/2012/07/15/destansi-bir-ask-oykusu-aglasun-aysafagi/

14 Şubat 2013 Perşembe

DEĞİRMEN SABAHATTİN ALİ

 İki güzel gün bir arada 14 Şubat Dünya Öykü Günü ve Sevgililer Günü ...
En sevdiğim öykü yazar Sabahattin Ali'nin  yine sevdiğim bir öyküsü ile kutlamak istiyorum. Hiç kimsenin sevgisi ve öyküsü eksilmesin ,çoğalsın dileklerimle... 



Sabahattin Ali - Değirmen Öyküsü

Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?..Görülecek şeydir o... Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı... Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar...

Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır...

Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?.. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgarı gibi uğuldar, taşların kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışınakarışır... Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar,gıcırdar.

Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım, ama bir daha görmek istemem.
***
Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu... Ve onu herhalde çok kucakladın... Geceleri buluşur ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa..

Yahut sevgilin seni sevmiyordu... O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı?.. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?..

Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve bu böyle gidiyor.

Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?..Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?

Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misin?Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim...Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır. Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun...

Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz.Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene'ler.Dinle adaşım, sana bir Çingene'nin aşkını anlatayım.....

Bir gün -karların erimeye başladığı mevsimdeydi- bütün çergi, -otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek- Edremit tarafına doğru göçüyorduk.Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.

Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.İkindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu.

İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı.Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu.Burada çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden, değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmaya başladı.İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler.

Aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca'ya verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek de yoğurt ilave etti.Biz bu güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk..
***
İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğüne çağırılıyorlardı.Atmaca tabii en baştaydı...Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır.Bir kere heybetli delikanlıydı: Yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri...Sonra burnu... Uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu...Bunun için biz ona Atmaca derdik...Başı, geniş omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik dururdu ve bir arapatı ondan daha çevik değildi...Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı söylenirdi.

Başka Çingene'ler gibi çalmazdı o, adaşım: Bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş, bitirmişti; sonra içliydi... Sanırdın ki, klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden değil, doğrudan doğruya yüreğinden veriyor.Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik.

Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerde -oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi- bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında -bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan- birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize bir şey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu dünyaya bağlayan şey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?..Ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi.Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı...

*****
Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber büyük çınarın altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu.Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi.Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan ince örgülü saçları vardı.Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi yokmuş gibi, dümdüz bir bakışı ve dudaklarının kenarından dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı.Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı.Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu.Ve bu onu insanlardan ayırıyordu.

Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu. Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye mecburdu.Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi...Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta, üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak istek dolu gözlerle bakmıştı.Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu.Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı ederdi.Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı.....

****
Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız Atmacamız, değirmencinin bu sakat kızına vuruldu.Tavuslara, sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun, şikarı (avı) oldu.Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım zaman alev saçağı sarmıştı... Yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere göçerdim...Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi... Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik...Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı.

Atmaca'nın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu. Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını, parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce, bu işin böyle gitmeyeceğini anladım...Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk.Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi sormuyordu.Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı:-Seviyorsun!..- dedim.-Öyle...- dedi.-Ne yapacaksın?..-Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi; uzun uzun baktı, birdenbire:-Sen bizim çeribaşımızsın- dedi, -gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın, dirayetin bütün Çingene'lerden üstündür. Sana açılmalıyım...-Gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeye başladı:-Onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin... Ben ki, arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmedim; yedi köye hükmeden eşraf bana gelip: 'Kızım senin için yataklara düştü, Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..' diye yalvardılar da, gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum.

Onu alamam, onu kaçıramam... Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. 'Gel; dedim, 'beraber kaçalım.' Acı acı güldü, 'Ağam,' dedi, 'ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..' Onu nasıl sevdiğimi anlattım: 'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?'-Tekrar gözyaşları boşandı: 'Olmaz' dedi, 'düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sen de bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..

Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yere indirdi:-Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: 'Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?' demek isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan alınır; kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider...Ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok, akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var. Mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşk... Senin Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..- Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormaya, hatta teselli etmeye kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı.Koluna girip çadıra kadar götürdüm.İşler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım, Atmaca'nın hali beni korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmaya karar vererek yattım. Bütün gece, büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca'yı ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. Fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu...

Günler, kuvvetli bir rüzgarın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbiri arkasına geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. Herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı.İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca'nın imdadına çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.Kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgar kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu...

*****
Bir gün Atmaca yanıma sokuldu.-Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..- dedi.Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.-Değirmenin içinde çalacağım!- dedi.-Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?-Tuhaf tuhaf güldü:-Korkma!- dedi, -Klarneti o gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi.-Yağmur akşama doğru sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu..

Hepimiz değirmenin içine dolduk. Tavlada sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı.Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi: Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya başlamıştı.Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.Alacakaranlıkta Atmaca'nın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı, genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine...Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur...Bazan okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... Fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu...

*****
Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmaca'nın ayağa kalktığını gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı.Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı. Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...

O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan gibi homurduyor ve dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu.

Bu bakış ancak bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı. Sanki bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici; bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat... Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.

Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk...Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve –iş işten geçti- demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı...

İşte adaşım, sana seven bir Çingene'nin hikayesi.Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir...Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir.Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.




Sabahattin Ali / Değirmen (1929)



2 Şubat 2013 Cumartesi

İnsanın ve Uzayın Derinlikleri...AHMET CEMAL


Uzay biliminin ve tekniğinin amaçları belli. Uzayın olabildiğince daha uzaklarına gitmek ve oralarda keşiflerde bulunmak. Bunun için süper güçlerin ayırdığı bütçeler ise dünyada yaşayan insanların esenliği için ayrılan bütçeleri çoktan geride bıraktı.İnsan ruhunun derinliklerine yönelen yolculukların tarihi görünüşte –ama yalnızca görünüşte– ‘biraz’ daha eski. 

Bu tarih, örneğin Sigmund Freud’la da başlatılabilir ya da başlangıç biraz daha geriye, Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”indeki ruhsal çözümlere kaydırılabilir.Ne var ki, bu görünüşe dayanan saptamalar epey yanıltıcı.Çünkü örneğin antikçağ felsefesinin neredeyse bütünü, kuşbakışı bir gözlemin ardından insan ruhunun derinliklerine yönelik yolculuğun tarihinin görkemli başlangıçlarından biri diye de adlandırılabilir.

 Bu felsefenin hemen başında insana yöneltilmiş olan: “Kendini tanı!” buyruğu, kendi ruhunun derinliklerine uzanan bir yolculuğa en kısa çıkması bağlamında insana yapılmış en kararlı çağrılardan biridir.Ama istersek –ya da geçmişe yeterince bilme iradesi ile eğilirsek- sözünü ettiğimiz yolculuğun ilk adımlarına rastlamak için çok daha gerilere, İsa’nın doğumundan on üç yüzyıl önceye kadar da uzanabilir ve Eknaton’un yaptıklarına bir göz atmayı da deneyebiliriz

.İÖ 13. yüzyılda Mısır’da firavun olan ve yaklaşık on yedi yıl saltanat süren Eknaton –ki, kendisi, binlerce yıl öncesinden kalma büstünden yansıyan büyülü güzelliği ile bugün de gönülleri fethetmeyi sürdüren Kraliçe Nefertiti’nin de kocasıdır- iktidara gelir gelmez Yukarı ve Aşağı Mısır’ın o zamana kadarki bütün tanrılarını tanrılıklarından eder ve onların yerine tek bir tanrıyı, Güneş Tanrısı Aton’u geçirir. Aton, önceki tanrılar gibi somut bir suret taşımayıp, bir güneş tasviridir ve bu haliyle, kitaplı dinlerden önce ilk kez, soyut bir tanrı niteliğindedir. Eknaton, kendi tek tanrısıyla aslında iç dünyasına doğru bir keşif yolculuğuna çıkar.

 Bu arada eski Mısır’ın ünlü “Ölüler Kitabı”nı bir anlamda yeniden kaleme alır ve “Güneşe Övgü” başlıklı o eşsiz uzun şiiri yazar. Yeni inancı, Eknaton’un bütün insanlara ve kendine çok farklı bakmasına neden olur. Onun döneminin kabartmalarındaki insan tasvirleri, üstlerindeki incecik ipek kumaşların arkasından bedenleri neredeyse bütün çizgileri ile belli olan tasvirlerdir. Yeni tanrı, artık yarattıklarından utanan, onların bedenlerini bütün gözlerden gizleyen bir tanrı değildir. Bu tanrının rehberliğinde Eknaton’un ruhun derinliklerine uzanan yolculuğu, aynı zamanda bedenlerin kılavuzluğu ile gerçekleşen bir yolculuktur.

Eknaton’dan sonra Mısır’ın güçlü rahipler sınıfının üyeleri, bütün eski tanrıları yeniden seferber ederler. Tek tanrı anlayışı, artık kitaplı dinlere ertelenmiştir. Ama o dinlerde birey, ruhunun derinliklerine yapacağı yolculuklarda yalnızlığının özgürlüğü ile başbaşa bırakılmayacaktır. Bu başbaşalığı arayan kişinin yazgısı, hep o uzun yolculukta her şeyin onun iradesi yerine bir kitaba bağlanmışlığı ile savaşıma girmek olacaktır.

1 Şubat 2013 - Cumhuriyet




1 Şubat 2013 Cuma

ABDİ İPEKÇİ




Türkiye’nin 29 yıllık dönemine damgasını vurmuş, sağduyunun ve demokrasinin sesi olmuş, ilkelerinden asla ödün vermemiş gerçek bir gazetecinin, Abdi İpekçi’nin romanı.


Doğumundan çocukluğuna, gençliğinden, ilk aşkına, evliliğine uzanan, çok sevdiği mesleğiyle dopdolu bir hayat.

Babıâli’de bir ekol yaratmış, Türk basınına “çifte kontrol” ve “çağdaş haber yazma yöntemleri” başta olmak üzere evrensel kuralları yerleştirmiş, pek çok genç gazeteci yetiştirmiş, dürüstlüğün ve güvenilir gazeteciliğin simgesi olmuştu İpekçi.
İpekçi 1 şubat 1979'da, İstanbul Maçka’daki evinin önünde bir suikasta kurban gittiğinde Milliyet gazetesi genel yayın müdürü ve başyazarıydı. 

Tufan Türenç ve Erhan Akyıldız’ın kaleminden, "Bir Gazetecinin Hayatı" İpekçi’nin değerlerini günümüz okurlarına aktarıyor.