23 Kasım 2012 Cuma

İmza: Kızın Tanıtım Filmi









http://www.haberturk.com/yazarlar/balcicek-ilter/799164-sizin-hic-babaniz-oldu-mu

21 Kasım 2012 Çarşamba

SEVGİ SOYSAL


                                   Saygı ve özlemle anıyorum

SEVGİ SOYSAL 

30 Eylül 1936'da İstanbul'da doğdu. 22 Kasım 1976'da İstanbul'da yaşamını yitirdi. Ankara Kız Lisesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nü bitirdi. 1957-1958'de Almanya'nın Gottingen Üniversitesi'nde arkeoloji ve tiyatro bölümlerinde öğrenim gördü. 1965-1971 arasında Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nda (TRT) program uzmanı olarak çalıştı. 1972'de siyasal nedenlerle tutuklandı, bir yıl hapse mahkum edildi. Cezaevinden sonra Adana'da iki buçuk ay sürgünde kaldı. 1956'da Özdemir Nutku ile, 1965'te Başar Sabuncu ile evlendi. Üçüncü eşi Mümtaz Soysal ile cevaevinde iken tanışıp evlendi. Bazı yazıları "Nutku" ve "Sabuncu" soyadlarıyla yayınlandı. 1961’de Ankara Meydan Sahnesi’nde Haldun Dormen’in yönettiği "Zafer Madalyası" adlı oyunda tek kadın rolünü oynadı. Edebiyata öykü ile başladı. İlk öykü ve yazıları 1960-1964 arasında Dost, Yelken, Ataç, Yeditepe, Değişim dergilerinde yayınlandı.
İlk dönem eserlerinde bireyin ruhsal durumlarını işledi. 1965-1969 arasında özellikle Papirüs ve Yeni Dergi'de yayınlanan öyküleriyle yeni bir tarza yöneldi. Kadın-erkek ilişkilerini, kadın sorununu, ağırlıklı olarak da 1960 sonrasında yaşanan sosyal ve siyasal olayları ele aldı. Gerçekçi toplumcu öykü ve romanlar yazdı. Öykü ve romanlarının yanısıra röportajlar, çeviriler yaptı. Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde günlük köşe yazıları yazdı.

ESERLERİ

ROMAN:
Yürümek (1970)
Yenişehir'de Bir Öğle Vakti (1973)
Şafak (1975)
Hoş Geldin Ölüm (1980, ölümünden sonra)
Bütün Eserleri (8 cilt, 1986)

ÖYKÜ:
Tutkulu Perçem (1962)
Tante Rosa (1968)
Barış Adlı Çocuk (1976)

ANI:
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (1976)

DENEME:
Bakmak (1977)

ÖDÜLLERİ:

1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü Yürümek ile
1974 Orhan Kemal Roman Armağanı Yenişehir'de Bir Öğle Vakti ile




**************

Fethi Naci'den Hikâye Eleştirileri Sevgi Soysal ve Barış Adlı Çocuk



Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk adlı hikâyesinde önce koğuşu betimliyor "Koğuşta çıt yok. Sessizlik saati. Bir iki kız ranzalarında uyuyorlar. Çoğunluk okuyor. Her kitabın peşinde en az beş kişi var. Bir an önce bitirmek zorunda herkes kitabını. Selma'yla Nina yavaş sesle konuşuyorlar. Meral, yine sorun olmakta Meral'in karavana dağıtılırken hep öne geçmesi, karavanadan hep et kepçelemeye çalışması."

Arkadaşlarının genel kanısı "Bu, eleştirilmesi gereken bir tavır."Ama arkadaşları Meral'in çocukluğunun büyük sıkıntılarla başladığını, öğretmen okullarının yatakhanelerinde süründüğünü, en ücra yerlerde öğretmenlik yaptığını bilirler. Meral, mesleğini inancı uğruna tehlikeye atmış, ilk ihbar furyasında da tutuklanmıştır.

Selma, "Bencillik içine sinmiş" diyor, "bir sosyalistin böyle davranmasına izin veremeyiz."

Meral'e dışardan hiçbir şey gelmiyor. Ne para, ne bir şey. Çocukluktan beri süregelen açlığını aşması zor. Ama çalışkandır. Meral, hiç yılmadan okur... Cezaevi yönetimine karşı tek kişilik direnmelere kalkar, ama koğuşça karar verilmiş direnişlere karşı çıkar. Bu yüzden Meral'in önerilerini kimse dinlemez olur.

Güler'in radyo faslı "Aliye Akkılıç"la bitiyor. Güler, külhanbeyi tavırları sever; tesbih çeker, radyoyu ağzına kadar açıp "Neşet Ertaş" dinler. Demet, "Polis radyosunu dinler mi bir sosyalist?" diye öfkelenir. "Şafak" davasından tutuklu kızlara bakıp bakıp lahavle çeker. Güler "orducu". Kızıldere'den beri "cepheciler"le de arası iyi. Ama "orduda" da, "cephede" de kızlar az. Koğuşta azınlıkta oluşlar bundan.

Nesrin, koğuş sözcüsü. "Son tutuklama dalgasında Şafakçılar geldi. Şimdi çoğunluk onlarda. Sözcü de onlarda."

Güler, "Bunlar örgüt değil, kokteyl parti, baksana davanın yarısı kız, yarısı oğlan," diye dalga geçiyor "Ulan, şefleri bile tıpış tıpış teslim oldu. İhtilâlcilermiş. Birinizde bile mi silâh yoktu?"

KOĞUŞTAN İNSANLAR...

Güler, silâh sever, silâhtan söz ederken gözleri parlar. Hayranlarıyla konuşurken silâh adları sayar. En üzüldüğü şey de tutuklandığı sırada silâh kullanamamış olmasıdır. Silâh, yiğitliktir, namustur, sonuç olarak sosyalistlikle özdeşleşmiştir Güler'in kafasında.

Güler, Demet'e özellikle bozulur. Demet, sevdiği oğlan yüzünden bulaşmış Şafakçılar'a. Babası fabrikatör, ama en keskinleri o. Nina'ya göre keskinliği yeniliğinden.

Güler, uzlaşmamakta kararlı. Buna en çok Nina üzülür. Ötekiler de ona, "disiplinsiz, bilinç düzeyi düşük ve maceracı" deyip hınçlarını alıyorlar.

Demet, Oya'ya fısıldıyor "Sessizlik saatinde bile okumuyor şu Güler." Oya, dalga geçiyor "Red Kit okuyor ya!"

Nesrin'in sesi sinirini bastırmaya çabaladığını belli ediyor. Tartışmaktan hiç usanmaz. Polis Zafer, bir süredir her koğuşa girdiğinde herkesin hazırola geçmesini istiyor. İkide bir de içeri girdiğinden, dayanılacak bir durum değil bu. Zafer'in polisliği her tutukluluk gününü ikiyle çarptırıyor. Yapmadığı yok. Adam dövmeye kadar. Her gün Zafer'e karşı yeni bir direnme biçimi geliştiriliyor. Sinirler allak bullak. İsyan çıktı çıkacak. "Bir anlamda yılmak olmaz mı bu?" diyor Selma.

"Hayır. Biz o komut vermeden ayağa kalkacağız, onun ilk komutu ister istemez rahat olacak, biz de onu dinlemeyeceğiz. Öyle put gibi duracağız. Buna karşı yapabileceği hiçbir yasal dayanağı yok."

"Yasası mı kaldı, arkadaşlar?"

"Ben bu öneriyi tuttum."

"Kabul edenler! Edilmiştir!"

Kapı tam açılmadan hepsi hazırola geçiyorlar. Ama kapıdaki Zafer değil. "Gerginlik anlamsız bir çamaşır ipi gibi gevşiyor." Şişmanca, anaç yüzlü bir polis kadın bu. Hiç görmedikleri biri. Gülerek bakıyor içeri. En beklenmeyeni, eliyle bir çocuğu tutuyor. Zafer'in içeri girerken tabancasını tuttuğu eliyle. Dört ya da beş yaşlarında, sarışın bir oğlan çocuğunun elini tutuyor. Cin bakışlı bir çocuk.

"Haydaaa!"

Güler'in sesi patlıyor önce. Sonra hazırolunu bozup salına salına havalandırmaya çıkıyor. Ardından herkeste bir gevşeme. Aylardır, tek sıra halinde havalandırmaya çıkmaya, her havalandırma öncesinde hınçlı ve kinli sıraya girmeye öyle alışmışlar ki, bu ansızın karşılaştıkları gevşeklik şaşırtıyor, rahatsız ediyor onları.

Yeni polis bütün bunların farkında değil. Gidip masanın üstünden bir bardak alıyor.

"Bu bardağı kullanabilir miyim? Çocuk susadı da."

Ses çıkmıyor. O da gündelik bir şey yapar gibi, bir ev kadını tavrıyla su veriyor çocuğuna. Arkası koğuşa dönük. Bir elinde çocuk, bir elinde bardak. Bu, cezaevi görevlilerinin hiç yapmadıkları bir şey. Hep koğuştakiler onlara arkadan saldıracakmış gibi davranırlar. Hele Zafer, hayvanat bahçesinde, yırtıcı hayvanların kafesine gitmiş acemi bakıcı gibi davranır. Bir eli tabancasında.

Herkes farkında değişikliğin. Görevlilere duyulan yerleşmiş hıncın gevşemesine razı değil kimse.

Yeni polis, Zafer gibi, herkes havalandırmaya çıktıktan sonra gözcü kulübesine dönüyor; oradaki banka oturup, herhalde daha önce banka bırakmış olduğu yünü eline alıyor.

Kızlar her zaman olduğu gibi ikişer üçer asker adımlarla volta atıyorlar. Görevlilerin her geçişinde hazırola geçmek zorunda bırakılalı, top oynamaktan falan vazgeçtiler.

Kimse yeni polisten tarafa bakmıyor. Böyle hiç beklemedikleri bu durum daha akıl karıştırıcı. Çünkü hep daha kötüye, daha fazla baskıya karşı tavır geliştirmeye alışmışlar. Ansızın gelen bu gevşeme, yanıltıcı olabilir.

ÇOCUKLA OYUN...

Bir süre, bankta, anasının yanında uslu uslu oturan çocuk, kızların asker gibi yürümelerinden etkileniyor. Onlara hayranlıkla bakıyor önce, sonra dayanamayıp kızların peşine takılıyor. Askercilik oynuyor, rap rap! Ama küçük adımları, volta ustası kesilmiş tutuklulara yetişemiyor. Arkalarından yetişmek için koşuyor. Tam o anda hızla arkaya dönen bir kıza çarpıp düşüyor.

"Barış! Oğlum Barış, rahatsız etme ablaları."

Güler, "Anarşistlikten ablalığa düştük," diye sırıtıyor.

Tülay, "Şehir şakiyesi ablaları," diye gırgır geçiyor.

Nina, "Çocuğun adı Barış. Barış adında bir polis çocuğu." diye mırıldanıyor.

Çocuk, yanları sıra yürümeyi sürdürüyor. Öyle canlı ve sevimli ki kerata, sonunda o en erkek tavırlı, hiç kadınsı olmayan Güler dayanamıyor, çocuğun elinden tutuyor, birlikte kaz adım, askercilik oynuyorlar.

Volta düzeni allak bullak. Çocukla oynamaya başlıyorlar. Meral'le Oya'nın öğretmenlik damarları kabarıyor. Oya çocuğu kucağına alıp seviyor. Sadece Nesrin, Selma, Demet durmuş, sıkkın sıkkın seyrediyorlar durumu.

Ardından Demet'in o ince, o hep biraz sivri sesi "Polis çocuğunu sevmeyelim!"

"Havalandırmada bir an açmış olan güneş bulutun ardına giriveriyor. Soğuk bir rüzgâr esiyor."

Şişman polis ne yapacağını şaşırmış, örgüsünü suçlu suçlu banka bırakıyor. Kalkıp çocuğunu alıp yeniden yanına oturtuyor. Herkes tedirgin, herkes rahatsız.

Yeni pois kapıyı dışarıdan kapatana kadar kimseden çıt çıkmıyor.

Sonra konuşmalar "Arkadaşlar, bu kadar çabuk gevşenmez!" / "Evet, bazı arkadaşlar çok hatalı davrandılar bugün. Özeleştirilerini yapsınlar!" Son sözü Demet söylüyor.

Nesrin "Bir arada konuşmayın lütfen. Yeni polise nasıl davranılacağı konusunda forum yapalım."

Demet "Evet, yalnız önce polisle laubali olan arkadaşlar kendi eleştirilerini yapsınlar."

Oya "Yapmıyorum. Sonuç olarak sevdiğim, bir çocuktu, küçük bir çocuk," diye patlıyor. "Öğretmenim ben, çocuğun faşisti olur mu?

Güler, "Hem de Barış adında bir bebe faşist!" diye gülüyor.

Tatsız bir sessizlik yayılıyor.

Tam o anda yeniden açılıyor koğuşun kapısı. Kapıda yeni polis. Herkes ranzasına ilişiyor. Şişman polis ortadaki masaya yanaşıyor. Yüzü, gözleri kızarmış, ağlamış gibi. Çıt çıkmıyor. Ağır ağır konuşuyor

"Sizinle konuşmaya geldim. Bana güvenmediğinizi görüyorum. Ama inanın, bu göreve isteyerek gelmiş değilim. Sizlere yardımcı olmak isterdim. Ama havalandırmada anladım ki bunu benden istemiyorsunuz. Zaten geçici olarak gelmiştim. Hemen ayrılıyorum. Az önce amirime istifamı bildirdim. Sizlere vedaya geldim. Üzgünüm."

Sessizlik dayanılmazlaşıyor. Şişman polisin düzgün, açık konuşması daha da akıl karıştırıcı.

Nina dayanamıyor, tam çıkarken bağırıyor polisin ardından "Bakar mısınız?" Kadın dönüyor. Nina konuşuyor "Bizim insan sevmediğimizi, hele çocuk sevmediğimizi sanmayın. Biz insanları sevdiğimiz için buradayız... Ne var ki, üstünüzdeki üniformayla kötü deneylerimiz var. Siz isteseniz de, istemeseniz de bir şeyleri temsil ediyorsunuz. Bizi, halkı ezen bu düzeni, yapılan haksızlıkları. Onun için kusura bakmayın, davranışımız üzmesin sizi."

"Anlıyorum," diyor, adını bile öğrenemedikleri sadece "Barış" adında bir çocuğu olan polis kadın.

Demet "Size inanmıyoruz!" diye bağırıyor.

Kadın kıpkırmızı çıkıyor. Kapanıyor kapı. Tedirginlik elle tutulur gibi.

Güler, "Son kahramanlık alkışa değer." diyor.

Demet Güler'e bakmadan cevaplıyor "Faşizmin yeni bir oyunu bu besbelli."

Tülay "Bana kalırsa zevzeklik yapıyorsunuz. Bu kadın iyiye benziyordu. Bu memlekette kimlerin ne nedenle polis olduğunu biliyoruz. Faşizmle mücadele, polise statik bir kötülük olarak bakmak değildir."

Bir başkası "Bu kadın iyiye benziyordu, ondan yararlanabilir, hatta dışarı mektup falan gönderebilirdik." diyor

Nesrin, ortalığı yatıştırmak istiyor "Meseleyi kişiselleştirmeyelim. Bu yeni polisin tavrındaki görevliye nasıl davranılacağı konusunda tartışıp karar versek iyi olacak."

Bir başkası "Karar almamıza gerek yok, kadın gitti."

Yeniden açılıyor kapı. Akşam karavanası. Erler karavanayı taşıyor. Başlarında polis yok. Kadın gerçekten gitmiş demek.

Meral yine en öne geçiyor. Selma, " Hep öne geçmeyelim!" diye bağırıyor. Nina, dürtüyor Selma'yı "Bırak şimdi. Diyorum ki, yine de önemliydi, çocuğun adının Barış olması."

DEVRİİMCİ KIZLARIMIZ

Sevgi Soysal, önce, "devrimci kızlarımızın" kişiliklerini sergiliyor Yoksul Meral, bencil Selma, külhanbey tavırları seven, konuşurken silâh adları sayan "orducu" Güler, sessizlik saatinde bile okumayan Güler, tartışmaktan usanmayan Nesrin, sevdiği oğlan yüzünden Şafakçılar'a bulaşan, "Polis çocuğunu sevmeyelim" diyen fabrikatör kızı, en keskinleri, Demet. Ve insanlığı dile getiren çocukla annesi...

Sevgi Soysal, seçtiği kişileri tanıtarak amacına ulaşıyor.

Barış adlı çocuğun ortaya çıkması her şeyi değiştiriyor. Öyle canlı ve sevimli ki kerata sonunda erkek tavırlı Güler dayanamıyor, çocuğun elinden tutuyor, birlikte kaz adım, askercilik oynuyorlar. Ardından Meral'le Oya'nın öğretmenlik damarları kabarıyor, çocuğu kucağına alıp seviyor.

Derken Demet'in ince sivri sesi "Polis çocuğunu sevmeyelim!" Sonra konuşmalar "Faşizmin oyununa gelmeyelim!" Gene Demet "Size inanmıyoruz!" Gene Demet"Faşizmin yeni bir oyunu bu besbelli."

Sevgi Soysal, devrimcilikle ilintisi olmayan hanım kızların prototipini Demet'le somutlaştırıyor ve canına okuyor. İnsan sevgisini saf ve temiz Barış'la somutlaştırıyor.

Barış Adlı Çocuk, Sevgi Soysal'ın en sevdiğim hikâyesi.

Okumuş muydunuz?

cumhuriyet kitap 22.01.2004

11 Kasım 2012 Pazar

Ata’nın leblebilerini yürüten çocuk



Ata’nın leblebilerini yürüten çocuk anlattı: O, rakısını köylülerin şerefine kaldırırken ben de bir taraftan O’nu hayran hayran seyrettim, bir taraftan da tabaktaki leblebilerini bitirdim. Adımı sordu. ‘Hanri’ dedim. Bana ‘Niye Ahmet, Mehmet, Mustafa değil’ diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum. Sonra da kendimi asla bir azınlık olarak hissetmedim. Hanri Benazus’un iflah olmaz Atatürk s
evdası böyle başladı.

KAMUOYU onu “Atatürk’ün leblebilerini yürüten çocuk” olarak tanıyor. Ata’yı son görenlerden biri. “Bugün leblebi yerken ne hissediyorsunuz?” sorusuna “Yaşım 83, beni ağlatmak mı istiyorsunuz?” yanıtını veren Hanri Benazus, Atatürk’le tanıştığı günü 75 yıldır topladığı Atatürk fotoğraflarının öyküsünü ve Atatürk’ü anlattı:

“Atatürk Ekim 1937 Cumartesi günü, Nazilli Basma Fabrikası’nın açılışını yaptıktan sonra Ege askeri manevralarını izlemek üzere Aydın’ın Ortaklar beldesine, ki o zamanlar 40 hanelik küçük bir köydü, geldi. Köyün incir kooperatifinde kâtiplik yapan babam da karşılama heyetindeydi. Babamın eteğine yapışıp karşılamaya gittiğim o günün yaşamımın dönüm noktası olacağını bilemezdim. Beyaz treni istasyona yanaştı. Perona çıktığında etrafını köylüler sarınca onlara hitap etmeye başladı. Tam o an babamın elinden kaçıp O’nun eline yapıştığımı hatırlıyorum. Elimi bırakmadı, alıp kompartımanına götürdü. Ortadaki masada karşısına oturttu. Rakısını, leblebisini getirtti. O, rakısını köylülerin şerefine kaldırırken ben de bir taraftan O’nu hayran hayran seyrettim, bir taraftan da tabaktaki leblebilerini bitirdim. Adımı sordu. ‘Hanri’ dedim. Bana ‘Niye Ahmet, Mehmet, Mustafa değil’ diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum. Sonra da kendimi asla bir azınlık olarak hissetmedim. Hanri Benazus’un iflah olmaz Atatürk sevdası böyle başladı.


SINIFTA O’NUN YAVERİ GİBİYDİM

Tam 7 yıl 7 aylık bir çocuktum. Tüm yaşadıklarım halen bir film şeridi gibi hafızamda kayıtlı. Ancak, olur da bazı değerlendirme hataları yapmış olabilirim diye yıllar evvel yakın dostum Prof. Şadan Gökovalı’ya tüm bunları anlatıp araştırmasını talep ettiğimde durum daha da netleşti. O günden sonra okulda neredeyse Atatürk’ün yaveriymişim gibi bir itibar gördüm. Oyunlarına dahil etmeyen öğrencilerin beni yanlarına almak için yarıştığı olağanüstü bir dönem oldu benim için. O devirde gerek okulda, gerekse evde genellikle tek konu konuşulurdu: Atatürk ve vatanı kurtarma süreci. Babam, İzmir’in işgali sırasında Alsancak Garı’nda kâtiplik yapıyordu. Kısa zamanda da Yunanların güvenini kazanmıştı. Ama o tam bir Atatürk hayranıydı. Yunanların Anadolu’ya yaptıkları asker ve silah sevkıyatını günü gününe akşamları gittiği kahvede Kuvayı Milliyecilere aktarırdı.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ HER FIRTINANIN LİMANI

 Ölümü herkes gibi bizim ailemizi de derinden etkiledi. Anne-babamın ısrarıyla ancak
ertesi gün yemek yemeyi kabul ettiğimi hatırlıyorum. Atatürk “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüyle beni sıradan bir azınlık mensubu olmaktan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına ve en önemlisi Türklüğe yüceltti. Bu söz bizim için bir anttı. Ancak, son zamanlarda oluşan bir ötekileşme ve ötekileştirme süreci ne yazıktır ki Türkiye’nin ve Türk vatandaşlığının en büyük simgesi olan bu sözü az da olsa geri plana itmiş bulunuyor.
Ancak unutmayalım ki, Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz liman, her türlü fırtınaların, kasırgaların yegane limanı ve sığınağıdır. Yurdunu seven her insanın önceliği olacaktır.


HAFTALIĞIMI VERİP O FOTOĞRAFI ALDIM

Benim şu anda yapmaya çalıştıklarım küçücük de olsa bir vefa örneği, o muhteşem ziyafete bir tutam tuz olmaktan ileri gitmiyor. 17 yaşındayken daha önce hiç görmediğim bir Atatürk fotoğrafı çıktı karşıma. Bir işyerinde çıraktım. Bütün haftalığımı verip o fotoğrafı aldım. Arkası geldi. Bütçemin elverdiği oranda fotoğraflar toplamaya başladım. İş hayatında imkânlarım artınca fotoğraflarım da arttı. Şu an, nerede, ne zaman, ne vesileyle çekildiği belli, 5 bin Atatürk fotoğrafı var elimde. Dünyanın en geniş Atatürk fotoğrafı koleksiyonu bana ait diyebilirim. Gün geldi, 1921’de Atatürk’le röportaj yapıp iki kare fotoğraf çeken Amerikalı gazeteciden o fotoğrafları almak için günübirlik ABD’ye gittim. O gün bana normal gelen ancak şimdi düşündüğümde neredeyse bir servet olan bir bedel ödeyip o iki fotoğrafı cam negatifleriyle aldım. Ancak sonraki süreçte tüm yurt çapından ellerinde Atatürk fotoğrafı bulunanlar, belki de kendileri için çok özel olan fotoğraflarını koleksiyonuma dahil ettiler. Bundan daha büyük zenginlik olur mu? Şu anda Atatürk’ün özel ev ziyaretlerinde çektirmiş olabileceği bazı fotoğraflar dışında pek fazla bir eksiğim kaldığını zannetmiyorum.

GECE ÇEKİLMİŞ HİÇ FOTOĞRAFI YOK

Atatürk’ün özel fotoğrafçısı Cemal Işıksel bir gün beni aradı, Ankara’da buluştuk. Atatürk fotoğrafları topladığımı biliyordu. Yaşlanıyorum dedi ve birkaç fotoğraf paylaştı. Ondan dinlemiştim. Atatürk’ün sol gözü Trablusgarp’ta gelen şarapnel parçası nedeniyle hassasmış. Gözlerinin mavi olması nedeniyle ışıktan daha fazla etkilenmesi de söz konusu. O günlerde bugünkü gibi flaşlar da yok. Magnezyum çubuklar yakılıyor. O nedenle gece fotoğrafı yok. Hatta kapalı alan fotoğrafına da rastlayamazsınız.

VAKIFLA MİLLETİMİN HİZMETİNE SUNACAĞIM

İçinde Atatürk olan her fotoğraf benim için özeldir. Orijinalleri özel şartlarda bir banka kasasında saklanıyor. 5-6 ayrı ortamda da dijital kopyaları var. Oradan çoğaltıyorum. Çok önemli fotoğrafları ise tamburlu makinemle negatiflerden tarayıp çoğaltıyorum. Asıllarını kimseye emanet edemediğim için kendim yapıyorum bu taramaları. Bir vakıf kurup hepsini milletimizin emrine sunmak istiyorum. Şu andaki tek sıkıntım, yeni bir vakıf kurma aşamasında mutlak bir gelir garantisinin aranmasıdır. Halbuki, benim emekli maaşımın dışında bir gelirim ve dolayısıyla verebilecek böyle bir garantim olmadığı gibi hiçbir etkinliğim profesyonel değil. Bugüne kadar açtığım sergi binleri aşmıştır. Çünkü aynı anda 8-10 sergi açıldığı oluyor. Şu anda Eskişehir’de Atatürk’ün Eskişehir fotoğraflarından oluşan bir sergi açtım. Yılbaşına kadar yoğun bir programım var. Sergi dışında konferans veriyor hatta okullarda derslere katılıyorum. Rotterdam, Paris, Stockholm, Boston ve New York etkinlikleri için ise henüz gün verebilmiş değilim.”


...................