1 Şubat 2012 Çarşamba

BATI EDEBİYATI İLE TÜRK EDEBİYATININ ÇELİŞİK GİDİŞİ… ALPER AKÇAM


ALPER AKÇAM

BATI EDEBİYATI İLE TÜRK EDEBİYATININ ÇELİŞİK GİDİŞİ…

Meksikalı kültürbilimci, şair Octavio Paz, aşk, erotizm ve cinsellik arasındaki ilişkileri görünür kılmaya çalıştığı, aşk ile şiir arasındaki tarihsel koşutlukları değerlendirdiği Çifte Alev adlı yapıtında, modernitenin iki sabahını tanımlar… Birincisinde Hegel ve kuşağının yaşadığı 1789 Burjuva Devrimi ile onun 50 yıl sonrasını, ikincisinde I. Dünya Savaşı ile başlayıp II. Savaşla biten bir dönemi işaret etmektedir. İkinci sabahta, Gerçeküstücülüğün Endülüs kökenli Provans şiirden Dante ve Petrarca’ya süren geleneğini omuzlayan çabası, dönemin isyankâr aşkını şiirleştirmiştir. Bu ikinci sabahta, Batı kültürü, sabah meleği Lucifer’in belirsiz ve şiddetli simgesel ışığıyla aydınlanmıştır. Walter Benjamin, gerçeküstücü akımı,“Gerçeküstücülük: Avrupa Aydınının Son Fotoğrafı” başlıklı bir makale ile selamlamıştı. (Michael Löwy, Sabah Yıldızı –Gerçeküstücülük ve Marksizm-, Çeviren Aslıhan Aydın, U. Uraz Aydın, Versus Kitap, Şubat 2009, s 33.)
Her iki sabahta da arka planda uyanan emekçi yığınların hayatın geleceğine uzanan kalkışması gözlenmektedir.
II. Dünya Savaşı bitiminde ise, kara bulutlar toplanmaya başlamıştır düşün ve kültür dünyasının üzerine… Hitler ve Stalin’in birey karşısındaki ağır vuruşlarıyla kapanan bir dönem, 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra ilk yarıyla çok farklı, hatta ona ters bir kültürel değişime tanıklık etmektedir. Octavio Paz, “Yineliyorum: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında verilen yapıtlar, ilk yarısındaki yapıtlardan farklıdır, hatta onlara karşı oldukları bile söylenebilir” diyor. (O. Paz, Çifte Alev, Aşk ve Erotizm, Çeviren: Tomris Uyar, Okuyan Us Yayınları, Birinci Baskı, Ekim 2002).
Anadolu’da ise, sabah yıldızı yeni doğmuş gibidir…
Anadolu halk kültürü, Köy Enstitüleri’nde üzerindeki külü atmış, farklı bir düşün ve değişim dünyasına giden yolu açmıştır.  Kaynağında imececi, dayanışmacı, yenilikçi halk kültürü olan enstitülerin özgür okuma, araştırma, yöntem tartışmalı üretken havasında, cinsler ayrımı, kır ve kent emeği, kafa ve kol emeği arasındaki ayrımlar en aza inmiştir. Batı kapitalizminin kışkırttığı “yabancılaşma” henüz Anadolu köy emeğine ulaşmayı başaramamamıştır. Enstitülerde, toprağıyla, hayvanıyla “baba” duygusuyla büyümüş köy çocukları, evrensel estetik ve bilgiyle karşılaşmışlar, büyük bir değişimin oyuncuları olmaya hazırlanmaktadır. Yaşamı dört elle kucaklayan, kendisiyle ve gelecekle barışık kuşaklar yetişmektedir. Enstitülü öğrenci, yaşamıyla da, ürettiği ürünle de, yetiştirmeye çalışacağı öğrenciyle de kendisini bir ve bütün olarak duyumsamaktadır. Enstitülü öğretmen, gittiği yoksul Anadolu köyünde üç kuruş maaşla çalışırken öğrencisinin saçındaki biti temizlemekte, önlüğünü dikmekte, okulunun badanasını yapmakta, kendisini yaşam boyunca örnek bir üretici olarak görmektedir. Kapitalist toplumda yabancılaşma kavramının kuramsal çözümlemesini yapmış Karl Marks’ın izleyici olduğunu söyleyen sosyalist ülkelerde bile Köy Enstitüsü ölçüsünde yabancılaşma sorununun çözülememiş olduğu görülecektir.
Bu koşullarda yetişen enstitülü yazarların edebiyata yaklaşımı da yaşamın en canlı yerinden olacaktır. Rönesans ve Dostoyevski çoksesli romanı üzerine derinlikli incelemeleri olan Mihail Bahtin, Batı Rönesansı’nın kapı açıcısı saydığı Rabelais romanı için şöyle diyor. “Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Başından sonuna kadar romanın tamamı, yazıldığı zamanın hayatının ta derinlerinden çıkıp yeşermiştir. Rabelais’in kendisi de o hayatın bir parçası, o hayata ilgi duyan bir tanıktır.” (Rabelais ve Dünyası, s 471) Bahtin’in Rabelais’e yönelik bu saptaması, Türkiye’de Köy Enstitüsü kökenli yazarlarda gözlenecektir. Enstitülü yazarların metinleri, yaşamla olağanüstü iç içe geçmiş öğeler barındırırlar.
Cumhuriyet sonrasının köklü kültürel değişimi içinde, enstitü kökenli yazarlar dışında, önce Sebahattin Âli’nin arkasından Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi adların yazınsal alana taşıdığı Anadolu gerçekliği ve yazınsal yenilikler, Nazım Hikmet’in ölçü yerine derin dokuyu ve ritmi öne çıkaran serbest vezinli şiiri, Marko Paşa dergisi ve ardıllarının sürdüreceği gülmece kültürü çok önemli başlıklar olarak anılmalıdır.
İkinci Dünya savaşı bitiminden başlayarak ortaya çıkan yeni Anadolu kültürü, bir yanıyla, ayağını kendi toprağına basmış, halk kültürünün grotesk gücünün doğurganlığıyla umudun, ileriye bakışın ifadesi de olmuştur. Anadolu’daki bu yeni kültür ve özellikle edebiyat değişimi, Batı’daki karanlık gidişin tersine bir evrilme içindedir.
Aydınlık, umutla dolu bir yazın ve kültür ortamı oluşmuştur. Bu yeni kültür, Köy Enstitülü öğretmenlerin sendikalaşma ve siyaset sahnesinde de etkin yer almasıyla hızla kitleler arasında yayılmaya başlayacak, 1950 sonrasında değişecek olan politik yapıyla da çatışmaya girecektir. 12 Mart 1971 darbesinin mimarı Memduh Tağmaç’ın faşist önlemlere gerekçe olarak öne sürdüğü, “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” sözü bu gerçeğin itirafı gibi de okunabilir.
Enstitülü yazarların toplumun sosyal ve siyasal yaşamına katkıları 12 Eylül 1980 darbesine kadar önemli ölçüde kendisini duyumsatacaktır.  Yetmişli yıllar, aynı zamanda, bireye yabancılaşmış modernist yaşamın yazınsal yaşamdaki yansıması olarak da görülebilecek, metnin kendi içine dönüklüğünü görünür kılan, bilinç uçuşmalı, ironi ve metafor kullanımının yaygın olduğu yeni ve daha zengin bir edebiyatın doğuşuna da tanıklık edecektir. Oğuz Atay, Yusuf Atılgan gibi yazarlar, İkinci Yeni şiirinin başat duruma geçmesi dönemin önemli satır başları olarak anılmalıdır.
12 Eylül 1980 sonrasında, ABD’den programlanan bir kültür politikası, oradan gönderilen paralarla çıkarılan dergiler, bedava dağıtılan gazeteler bir anda ortalığı kaplayacaktır. CİA paralelinde çalışan NED adlı kuruluşuyla dirsek temasındaki Yeni Forum Dergisi, Türkiye Gazetesi, İlim Yayma Cemiyeti üyelerinin, CİA ajanları ile birlikte aynı dergide yazı yazan aynı toplantılara katılan Aydın Yalçın’ın onun düşünce arkadaşları olan Turgut Özal’ın, Nevzat Yalçıntaş’ın başını çektiği Türk-İslâm sentezci bir anlayış, arkasından 1996 yılında ABD’de doğrudan başkana bağlı olarak kurulmuş ACRFA (Dış Ülkeler Din Hürriyeti Danışma Komitesi) ve Georgtown Üniversitesi’ndeki Tursish Studies gibi kültürel merkezlerle ilişkili yeni bir ekip kültür alanında etkili olmaya başlayacak, Cumhuriyet Kurucu düşüncesini otopsi masasına yatıran birçok ABD kökenli tezin yer aldığı kitaplar, dergiler kitapçı raflarını dolduracak, komünistlik suçlaması ile kapatılmış Köy Enstitüleri bu kez “faşist”  ilan edilecek, halk kültürünü üst kültüre taşıyan ve Anadolu kırsalında ortaçağ korkusuna karşı gülmeceli halk kültürünün savaşını vermiş enstitülü yazarların yapıtları “köy romanı” yaftası ile edebiyat alanının dışına atılacaktır.   
21. yüzyıla yirmi yıl kala daha sonra ABD Başkanı Baba Bush’un “our boys” diye andığı paşaların yaptığı 12 Eylül faşist darbesi ile başlayan ve beş on yıl öncesinde doruğa ulaşan bu değişim, edebiyat yapıtlarının da emperyal amaçların karşısındaki ulusal direnişin kırılması için araç edilmiş olduklarına tanıklık etmemize yol açacaktır. Yazarı Nobel ödülü kazanmadan önce de ABD’de çoksatarlar içinde ilk on yapıt arasına girmeyi başarmış Kar romanı bu bakımdan örnek bir yapıttır.
Ekonomik alanda üretim yerine tüketimin geçtiği, iğneden ipliğe, Anadolu’nun en kuytu köşesinde kendi başına akan şirin dereciklerden köprülere, otoyollara her şeyin satışa çıkarıldığı yeni çağda edebiyatın imgesi de kendi nesnel karşıtlığıyla olan bağını iyice koparmıştır. Baudrillard’ın Simulacr dediği “kopyanın kopyası”, yalnızca televizyon reklamlarının değil, her yazınsal yapıtın da baş tacı ettiği kaynak durumuna gelecektir.
Postmodern toplumun televizyon ekranlarından kışkırtılan arzusu, nesnesini ele geçirmekten çok tükenmeyen bir iştahla ışıklı vitrinlerde, reklam filmlerinde durmaksızın dolaşmayı yeğlemektedir.  
 Yazarlarımız edebiyatın hayatla ilişkisini kopararak metafizik, fantastik bir dünyada birbirleriyle yarışmaktadır. Dini öğeler, Mevlâna, Mevlevilik, tasavvuf, özüne inilmeden cımbızla parçalar çekilerek günümüz romanına taşınmaktadır. Orhan Pamuk’un Kara Kitap ve benim Adım Kırmızı’da başlattığı bu geriye dönüş, günümüzde egemen siyasal anlayış nedeniyle çoksatar olabilmenin telaşındaki yazarlarla sürmektedir. Elif Şafak’tan İskender Pala’ya bu tür öğeleri kullanan yazarlar televizyon ekranlarından hiç inmezlerken, modaya Ahmet Ümit gibi polisiye türüyle ün kazanmış olanlar da katılmaktadır.  Ahmet Ümit’in Doğan Kitap’tan yayınlanan “Bab-ı Esrar”ında "Bilinmez acılar gizemli bir dehliz gibiydi" (s.59),"Zaman zaman olduğu gibi paranoyak bir histeriye mi kapılmıştım" (s.83) gibi tümcelerle bir Yeşilçam melodramı havası içinde çalakalem ve tüm bilimsel kavramlar altüst edilerek Mevlâna’nın ve tasavvufun kendi gerçekliği adeta yağmalanmaya çalışılmaktadır. Yazınsallığından yaşam fışkıran Faruk Duman, 2010 Şubat’ında yayınlanan ve bu yapıtla Yunus Nadi Roman ödülü alacak olan, Anadolu groteskinin çeşitli boyutlarını kapsayan İncir Tarihi’ne başlarken Keykavus’tan alınmış gibi yaptığı mistik bir girişle, algı dünyasını karıştırarak, sanki kervana bir yerden yetişme kaygısına düşmektedir. Anlatıcısı sıralıyor:“Nedenler tersine döndü” (s 13), “Nedenlerin kaynağı karışık” (…)  “bizim bilemediğimiz, göremediğimiz yerden gelir” (s 14). “Ne gerçek yaşamı, ne de gerçeğin işaretleri ile bezenmiş olağanüstü olaylar dünyasını deneylerle kanıtlayabiliriz” (s 17)…
Günümüz edebiyatının içinde bulunduğu bu kararsızlık, özellikle medya tarafından pompalanan yazar ve şairlerimizin ne denli piyasa ve gösteri toplumu etkisinde kalmış olduklarının bir işareti de sayılabilir. Hemen burada, modern edebiyat konusunda ayrıntılı ve çok yönlü çalışmaları olan Octavio Paz’ın söylediklerini anımsamakta yaran olacak. “Kapitalizm insanlara birer makine gibi davranmıştır; sanayi-sonrası toplum onlara birer gösterge gibi davranmaktadır” (O. Paz, Çamurdan Doğanlar, s 145) Rasyonel Batı aklına ve onun piyasa ve gösteri toplumu sembolleriyle yönlenen yazınsal yavanlık, okuru bir satış noktası olarak değerlendirir.
Kapitalizmin ve modern çağı ironi-eleştiri silahı ile karşısına almış modern sanat, birey için bir sığınma alanı da olmuştu. Çağımızda, bu sığınma alanının ve burayı korumak işlevini üstlenmiş görünen düşünsel ve yazınsal karşıtlığın da piyasa ve gösteri toplumu tarafından işgal edilmekte olduğunu izlemekteyiz. Her okur ya da dinleyici bir parasal eder ya da reyting malzemesi olarak değer taşımaktadır.
20 yüzyıl edebiyatını değerlendirirken Octavio Paz’ın “Çifte Alev –Aşk ve Erotizm” kitabından aldığımız bir karşılaştırmayı kullanmıştık… Paz, cinsellik, erotizm ve aşk üzerine ve doksanlı yılların başında (1993) yıllarda yazdığı bu kitapta aşkla şiir arasındaki koşutlukları da tarihsel bir dizgelem içine almaya çaba gösteriyor… O günlere, yani seksenlere geldiğinde şöyle diyor: “Bizim dönemimiz ise, tam tersine, basit yüzeysel ve acımasızdır. Yüzyılımız ideolojik sistemlere tapınır olduktan sonra, Nesneler’e tapınmaya vardırmıştır işi. Böyle bir dünyada aşkın yeri olabilir mi?” (O. Paz, Çifte Alev, s 143)
Ne tarım, ne sanayidir artık, eğitimde, edebiyatta özlenen, dile gelen… Kendi yaşamının edilgen bir izleyicisi olmuş kitleler; yaşamsal deneyimleme ile değil, televizyon ekranlarından öğreneceklerdir yapılması gerekeni; oradan seçeceklerdir okunacak kitapları, beğenilmesi gereken yazarları… Giderek azalan paylarla da birileri karınlarını doyuracak, sırtlarını giyindirecek, karşılığında da onlardan itaat isteyecektir. 
Kısacası, Türk Edebiyatı, 12 Eylül 1980 sonrasında, bir kültür zorbalığı ile yenilikçi, değişimci gücünden yoksun bırakıldı. Batı edebiyatı ile at başı giden bir taklitçilik, piyasa mantığı başat duruma geçti. Her şeye karşın, farklılığımızın ve tarihsel zenginliğimizin ayrımında olmalıyız. 
Tam da bu noktada, evrensel ve insancıl estetikle bütünleşmeyi başaran, kendi kültür ve edebiyatımızın piyasa akıntısına karşı direnme gücünü çoğaltan bir estetik anlayışın önde tutulması, ekonomik ve politik geleceğimizin açıkça tartışılacağı ve seçimlerin buna göre yapılacağı bir tartışma ortamının sağlanması gerekiyor. Demokrasinin de, özgürlüğümüzün de önkoşulu budur.
Anadolu’nun yüzlerce yıl kendi konuşma dilini yazıda kullanma olanağı bulamamış halk kültürü dünyası ile Engizisyon mahkemesinin üç yüz yıl boyunca Avrupa romanını yasak ettiği Latin Amerika kültürünün 1940lı yıllardan sonra birbirine koşutmuş gibi gelişen yazınsallığı içindeki önemli benzerlikler kültür ve edebiyatımızın geleceği açısından önemli ipuçları vermektedir.
G. Garcia Marquez’in zaman içinde gezinen Yüzyıllık Yalnızlığı ile Yaşar Kemal’in Akçasazın Ağaları ikilemesinde kullandığı zaman geri-ileri gidiş gelişler birbirini andırır. Faruk Duman’ın sözlü anlatıları ve halk kültüründeki grotesk tarzı tüm yapıtlarına içirmiş biçemi, son ödüllü yapıtı İncir Tarihi'nde de, kanımca Keykavus’tan alınmış olduğu söylenen skolastik yorumla örselenmiş o kötü girişi dışında, mitin, hikâyenin, değişik formların, hikâyesini yitirmiş Batı roman tarzı karşısında groteskin, büyülü gerçekçiliğin heyecanını yazınsal alana taşımayı başarır.  
Modern romanın sildiği diğer formlar, Latin Amerika ve Anadolu yazınsalında canlılığını korumayı başarmıştır.
Tüm bu seçenek ve düşünsel olanaklar içinde, Avrupa’nın çevreyi kirleten sanayi kuruluşlarının 2001 krizinde çoğalan bir ivmeyle Anadolu’ya taşındığı, coğrafyamızın yer altı ve yerüstü tüm kaynaklarının en uzak koyaklarda akan en şirin dereciklere kadar yağmalanmaya çalışıldığı bir dönemde yaşadığımızı da görerek, dikkatlerimizi kendi toprağımıza ve doğal zenginliklerimize çevirmek zorundayız.    
1950’lerden başlayarak Türkiye içine yuvarlandığı büyük yanlıştan an geçirmeksizin geriye dönmeli, tarımda teknolojinin kullanımı, doğal kaynakların korunup geliştirilmesi ve üretici örgütlenmesi bakımından ileri atılımlar yapılmalıdır.
Üstyapıdaki seçkinci bazı çatışmalarda güç ve zaman yitirmek yerine halkın içinde olmayı başarılmalıdır. Çarşafıyla, türbanıyla HESçi yağmacılara direnen Tortumlu kadınların mücadelesi asla unutulmamalıdır. Bu noktada Köy Enstitüleri gerçeğinden hareketle yeni bir kültür politikası oluşturmak ve bu geniş yığını halkçı bir kültürle kavramak zorundayız.
Ayrıca, yeniden doğaya ve kendi gerçekliğimize dönüşü amaçlayan yeni bir kültürel dönüşüm için siyasal iktidarın yapısına bakmaksızın geleceğe yönelik öncü çalışmalar başlatılmalı, emperyalist, gerici politikalara karşı olan yerel yönetimlerin, meslek odalarının, demokratik kitle örgütlerinin ve parasız eğitim istediği için aylarca zindanlarda tutulan devrimci gençliğimizin güçlerinin birleştirilmesi, oluşturulacak imececi kültür ve üretim işliklerinde adı belki de “kent enstitüleri” olması gereken bir yol tartışılabilmelidir. Şimdiki gündem bu olmalı…
Boşluktan toprağa dönüşün yolu…

alperakcam@gmail.com, www.alperakcam.com



Hiç yorum yok: