27 Ağustos 2011 Cumartesi

ÇOCUKLARIMIZA KİTAP ÖNERİLERİ ÜLKÜ TAMER

ÇOCUKLARIMIZA KİTAP ÖNERİLERİ

Bu soruyu soran çok kişi var. Geçen hafta bir okuru...m, “Tatil bitti bitecek,” dedi. “Çocuğuma hangi kitabı alayım?”

Okunması (ya da okutulması) gereken o kadar çok kitap var ki... En iyisi, sayıyı beşle sınırlamak, kendi önerilerimi iletmek...

***

İlköğretim düzeyi için ilk seçimim Andersen Masalları.

Masallar yoğun öykülerdir. Hızla akıp giden olaylardan örülmüşlerdir. Çocuk okurun dikkatini, ilgisini dağıtmazlar. Onu başka edebiyat türlerinin okuru olmaya hazırlarlar. Bu yüzden ilk seçimim bir masal kitabı oldu.

Peki ama, neden Grimm Kardeşler, Perrault, Dede Korkut ya da Keloğlan masalları değil de Andersen?

Hans Christian Andersen edebiyata en yakın masalcıdır da ondan.

Sözünü ettiğim öteki masallar derlemedir. Halk arasında anlatılan yaygın masallardır. Andersen ise özgün yapıtlar üretmiştir. Amacı bir öykü aktarmak değil, bir öykü yaratmaktır. Anlatımı da anlattıkları kadar özgün ve ilginçtir. Dede Korkut’u okuduktan yıllar sonra Deli Dumrul’un köprübaşını tutmasını hatırlarsınız; ama Andersen’in Kibritçi Kız’ını gençliğinize, olgunluk çağınıza sadece düşleriyle değil, yüreğinizin bir köşesine ilişmiş hüznüyle de taşırsınız.

***

Küçük Prens. İkinci seçimim Antoine de Saint-Exupéry’nin yapıtı.

Küçük Prens büyükler için yazılmıştı aslında. Ama her yaşta okurun ilgisini çekmiş, kısa sürede birçok dile çevrilmiş, çocukların da ellerinden düşürmedikleri bir kitap olarak ölümsüz yapıtlar arasında yerini almıştı.

Çocuklar için onu önermemin iki nedeni var.

Birincisi, yedek subay öğretmenliğim döneminde Küçük Prens’i okuyan öğrencilerimin daha sonra benden başka kitaplar istemeleriydi.

İkincisi, düşgüçlerinin harekete geçmesi, kendi küçük prensliklerini (ya da prensesliklerini) yaşamaya başlamalarıydı.

***

Odysseia. Ortaöğretim düzeyindeki çocuklara (ve ilkgençlik dönemlerini yaşayanlara) önereceğim birinci kitap Homeros’un destanı.

Homeros, şiirle öyküyü olağanüstü bir ustalıkla bağdaştıran sanatçıların başında gelir bence. Öyküyü izlerken büyük bir şiir tadı alırsınız.

Peki, neden İliada değil de Odysseia?

Odysseia serüven açısından daha zengindir. Kısa öykülerden örülmüştür sanki. İlginizi daha diri tutar. Homeros’u sevmenizi, klasiklere ısınmanızı sağlar.

***

İnce Memed. Bu kitabı seçmemin nedeni de üç aşağı beş yukarı aynı. Yaşar Kemal’in çok daha fazla sevdiğim romanları var. Ama günümüzün en güçlü yazarının yapıtlarına ve çağdaş Türk edebiyatına ilk adımı atacaksanız, bence bu kitapla başlamalısınız.

İnce Memed, hem konu, öykü, serüven zenginliği, hem anlatım bakımından hemen sarar okuru; yazarın öteki kitaplarını okuma ve başka yazarların yapıtlarına yönelme isteğini uyandırır onda.

***

Memet Fuat’ın Antolojisi. Okulda şiir okurluğuna Fuzuli’yle, Cenap Şahabettin’le, Mehmed Emin Yurdakul’la başlamak öğrenciyi edebiyattan da soğutur, canından da bezdirir. Arapça, Farsça sözcüklerle boğuşmak, aruz kalıplarını kestirmeye çabalamak, “Şair bu mısrayla ne demek istemiştir?” sorusunu yanıtlamaya çalışmak “zor zanaat”tir doğrusu.

Öğrenciye şiiri sevdirmek, onun şiir okuru olmasını sağlamak istiyorsanız, önce Cumhuriyet döneminin nitelikli sanatçılarını sunacaksınız ona.

Çağdaş Türk şiirini en iyi yansıtan yapıt Memet Fuat’ın derlemesidir bence. Yapıtın ölçütü “nitelikli edebiyat”tır. Ayrıca, şairler üstüne öğrencilerin büyük ölçüde yararlanabilecekleri bilgileri, değerlendirmeleri içermektedir.

ülkü tamer. selam olsun. cumhuriyet. 27.08.2011

2 Ağustos 2011 Salı

TUTUNAMAYANLAR MUSTAFA BALBAY

Mustafa Balbay

Tutunamayanlar...

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanını bizim kuşak 1980’lerin ortasında keşfetti. 1970’te TRT Roman Ödülü kazanan Atay’ı 1980 sonrasında yeniden güncel kılan belki de 12 Eylül

ortamının yarattığı büyük toplumsal yıkımdı.

O dönemde İzmir’de mesleğe usul usul damgasını vurmaya başlayan kuşağın önemli bir bölümü 12 Eylül öncesinin politize ortamından etkilenmiş, içinde yer almıştı. Meslek büyüklerimiz onları kendi bakış açıları ve ağabeylikleriyle, Türk toplumunun gerçekleriyle tanıştırıyordu.

Arkadaşlardan biri Tutunamayanlar’ı okuduğunu söyleyince bir ağabeyimiz şakayla karışık takılımıştı:

“Ula oğlum önce tutunanları okusana.”

***

Oğuz Atay’ı o yıllarda hep gençlik hayallerimizin gölgesinde okumuştum.

Temmuzda yeniden bir başka gözle okudum. Atay, 20. yüzyılın ortasındaki devlet yapımızı, aydınlarımızı, gençlerimizi, toplumsal değerlerimizi acımasızca ama sanki bütün bunların acısını içinde hissederek anlatıyor. Roman kahramanları Selim ve Turgut’un kişiliğinde ve etrafında bütün toplum ve insan perdelerini indiriyor. Mizahı da öyle bir kullanmış ki hani “öfkeli mizah” diye bir kavram ortaya atılsa yeridir.

Selim, Turgut, arkadaşları sanki etrafımızda yaşayan insanlarmış gibi ete-kemiğe bürünüyor.

Yaşamın içini doldurmaya çalışırken söyleniyorlar:

“Hayatın başı ve sonu belli; hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıydım...” (sy. 447)

Genel tarihe bakışı alaya aldıktan sona “ciddi” bir karakterin davranışını tarif ediyor:

“Aklını başına toplamak için saçlarını tarar.” (sy. 239)

Şarkılar yazan Selim, dönemin eğitim anlayışına, Atatürk’e bakışına gönderme yapar:

“Ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım Atatürk...” (sy. 119)

Toplumun her kesimini deşeleyen Atay, elbet köşe yazarlarına da dokundurmalıydı:

“... Fıkra köşesine adını bile bulmuş, köşe kapmaca diyecekmiş.” (sy. 487)

Turgut uzun uzun Dickens, Dostoyevski, Ömer Seyfettin, Goethe, Beethoven bilgisi parçaladıktan sonra kendisini tarif ediyor:

“Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada.” (sy. 581)

Bir insanın kendisini tükenmiş hissetmesinin Atay’ca tarifi şöyle:

“Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: Mürekkeple yazmışlar oysa. Ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım.” (sy. 598)

Atay, kahramanlarını “dün” ile “yarın” arasında sert ifadelerle tartıştırıyor:

“Bir gün öncesine korkak bir bezirgânlıkla sarılmadan yaşayabilecek miyiz? Yoksa, yarından korktuğumuz için düne köle gibi bağlanacak mıyız?” (sy. 350)

Selim’in yazdığı şarkılardan bir kesitle noktayı koyalım:

“Şol cennetin ırmakları, akar Allah deyu deyu / Öğle namazında güneş, yakar Allah deyu deyu / Geç katıldı bu kervana, Allahım yakındır sana / Bir o yana bir bu yana, bakar Allah deyu deyu.” (sy. 131)

***

Atay, insanı, içinde onlarca oda, yüzlerce dolap, raf, kiler bulunan kocaman bir evi tek tek tarif eder gibi anlatıyor.

Tutunamayanlar’ı okurken ille de bir yere tutunmanız gerekmiyor, zaten o sizi geçmiş, gelecek, bugün arasında bir salıncak gibi yolculayıp duruyor.

Atay, 40’lı yaşlarda yitirdiğimiz edebiyatçılarımız arasında. Yaşasaydı Tutunamayanlar’ın arkasını getirecekti.

Toplum bugün nasıl?

Temmuzun ikinci yarısında Prof. Yılmaz Esmer başkanlığında yapılan “Dünya Değerler Araştırması”nın Türkiye sonuçları şu başlıkla açıklandı:

Türk halkı mutlu.

İnsanlarımızın yüzde 77’si mutluyum demiş.

Ne güzel...

Gazetelerde yer aldığı kadarıyla sonuçların ayrıntılarına baktım.

Yüzde 63, parlamentoyla, seçimlerle uğraşmak zorunda kalmayalım, güçlü bir lider ülkeyi yönetsin, demiş.

İnsan haklarına büyük ölçüde saygı gösterildiğine inananların oranı sadece yüzde 15.

İşini kaybetme endişesi içindekilerin oranı yüzde 68.

Çocuklarına iyi bir eğitim sağlayamama endişesi duyanların oranı yüzde 76.

Kadına şiddet gereklidir diyenlerin oranı yüzde 30.

Ve halkımız mutlu...

Atay gibi toplumun karaciğerine kadar inecek, her şeyi tüm çıplaklığıyla gözler önüne serecek edebiyatçılara gereksinmemiz var.

Oğuz Atay bu yüzden günceldir...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

NEDEN SEVİNEMİYORUZ ERDAL ATABEK

Neden Sevinemiyoruz?

İnsanın evrensel altı duygusunun bütün kültürlerde ortak olduğu anlaşılıyor:
...
MUTLULUK,

ÜZÜNTÜ,

ŞAŞKINLIK,

KORKU,

ÖFKE,

İĞRENME.

Bu altı duygu, yerinde, zamanında ve ölçüsünde olduğu zaman canlının yaşamını kurtarıyor.

Ama çoğu kez duyguların harekete geçememesi ya da tersine yanlış yerde ve zamanda harekete geçmesi de yaşamı zorlaştırıyor.

Toplumumuzda nicedir egemen olan duygulara bakınca, “üzüntü”nün, “korku”nun, “öfke”nin yaşandığını görüyoruz.

Örneklerini de her gün görüyoruz.

***

Öfke

İşte, çok yaygın olarak yaşamımızı güdüleyen duygu.

Başbakan’da önceleri “bir hitabet biçimi” idi, artık bir “siyaset biçimi” oldu.

Öfke, haklı nedenlere dayandığı zaman cesareti harekete geçiren duygudur. Haksız nedenlere bağlı olursa, şiddetin asıl kaynağı.

Ayrıldığı karısını sokak ortasında öldüren eski koca da kendisini haklı göstermeye çalışır.

Toplumumuzun bir “şiddet toplumu” olduğunu anlamak için uzağa gitmeye gerek yok.

Trafiğe çıkın ve bakın, durumu anlamaya yeter.

***

Korku

İnsanımızın en yaygın duygusu.

Geleceğinden korkma. Gençlerde yaygın.

Üniversiteye girememe korkusu.

İş bulamama korkusu.

Yeterli geliri elde edememe korkusu.

Evsiz kalma korkusu.

Aç kalma korkusu.

Yaşlanma korkusu.

Yalnız kalma korkusu.

Hastalanma korkusu.

Hapse girme korkusu.

Öfke, iktidar olunca,

Korku, yönetilene kalır.

“Korku toplumu” olmamıza şaşılmamalı.

***

Şaşkınlık

İnsan beklemediği bir şeyle karşılaşınca şaşırır.

Biz de önceleri birçok şeye şaşırırdık.

Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz.

Her an her şey olabilir.

Çocuk her şeye şaşırır.

Onun için her şeyi sorar.

“Gökyüzü neden mavi anne?”

“Güneş batınca nereye gidiyor?”

Şaşırmak, öğrenmenin anahtarıdır.

Merak, bilginin kapısını açar.

Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz.

Kayıtsızız.

Aldırmıyoruz.

Bize değmiyor.

Yavaş yavaş haşlanmış kurbağanın aymazlığıdır bu.

***

Üzüntü

Günlük ruh durumumuzdur.

Hep üzülürüz.

Neye üzüldüğümüzü bilsek de üzülürüz, bilmesek de.

Hep içimizde bir sıkıntı vardır.

Gülmeye korkarız.

Çok güldük, herhalde ağlayacağız.

Üzgünüz, üzüntülüyüz.

Ama elimizden bir şey gelmez.

Ben, tek başıma ne yapabilirim ki?

Baksana, kimselerin elinden bir şey gelmiyor.

Kimse bir şey yapmıyor, hayret.

Kimselerin bir şey yapmamasına şaşarız.

Kimselerin bir şey yapmamasına kızarız.

Ben mi?

Kimse bir şey yapmıyor da bir ben mi kaldım?

Ben ne yapabilirim ki?

Tek başıma.

İşte, üzülüyorum, görüyorsun.

Üzül, üzül, işe yaramıyor da ne yapayım ki?

Esnaf kan ağlıyor.

Bizim orada her gün bir iki dükkân kapanıyor.

Kime sorsam şikâyetçi.

Peki, bu oyları kimler veriyor, anlamadım gitti.

Ramazan geldi, gene fiyatları yükseltirler.

Pidenin fiyatı artmıyormuş.

Göz boyamadır o, gramını düşürürler.

Bilmiyorum vallahi, üzgünüm.

***

Mutluluk

Ah işte, çocukken mutluyduk.

Hiçbir şeyimiz yoktu ama mutluyduk işte.

Her taraf ağaçtı, sokakta oynardık.

Otomobiller yoktu o zaman.

Alışveriş merkezleri de yoktu.

Üzümü bağda yerdik. Eriği ağaçtan alırdık.

Ne televizyon vardı, ne gofret reklamları.

Ev reçelleri yapılırdı. Turşular küpe basılırdı.

Mutluyduk.

Yoksul sayılırdık, şimdilere bakınca.

Çok güvenliydik ama.

“Türk’üm doğruyum çalışkanım”ı söylerken göğsümüz kabarırdı.

İstiklal Marşı’nı duyunca olduğumuz yerde çakılırdık.

Gururluyduk.

Atatürk vardı.

Mutluluk mu?

Anıtkabir’de yatıyor.

Atatürk’le gömüldü...